Otoriter rejimlerin yarattığı tahribat sadece şehirlerin yıkımıyla sınırlı kalmayıp, hakikatin inkârı ve hafızanın silinmesi üzerine kurulu sistematik bir stratejiyi de beraberinde getirir. Bu bağlamda, istatistiklerin soğuk dilinin yetersiz kaldığı yerde edebiyat, bastırılanın geri dönüşü ve zulmün belgelenmesi adına hayati bir tanıklık işlevi üstlenir. Bu durumun yakın tarihteki en sarsıcı örneği ise Suriye’dir.
2011 yılında barışçıl taleplerle başlayan gösterilerin kısa sürede bir ülkenin kaderini paramparça eden, çağımızın en ağır insani krizlerinden birine dönüşmesi, bahsi geçen yıkımın boyutlarını gözler önüne sermektedir. On yılı aşan bu süreçte siviller hedef alınmış, şehirler harabeye çevrilmiş; keyfî tutuklamalar, işkence merkezleri ve kitlesel infazlar sıradanlaşmıştır. Uluslararası hukukun metinlerde kaldığı, insan onurunun ise enkaz altında bırakıldığı bu noktada edebî tanıklık, çıplak gerçeğin vicdanla buluştuğu bir hafıza mekânı olarak öne çıkar. Romanlar, günlükler ve anılar; bombalanan evlerin, kaybolan çocukların ve susturulan seslerin insani boyutunu görünür kılar. Edebiyat burada estetik bir tercih olmaktan çıkıp, zulme karşı direnen bir şahitlik biçimine; yazılan her satır ise unutulmaya karşı bir direnç alanına dönüşür.
Bu analiz, Suriye’de süregelen insan hakları ihlallerinin güncel boyutlarını ele alırken, aynı zamanda bu ihlalleri görünür kılan edebî tanıklıkları da mercek altına almayı amaçlamaktadır.
Tanıklık Edebiyatı Olarak “Salyangoz”
Halife, 1980’lerde (Hafız Esad döneminde) uzun yıllar siyasî tutuklu olarak hapis yatmış ve ünlü Tedmur (Palmira) Hapishanesi’nde işkence gördü. “Kabuk” (el-Kavkâ’a) ya da Türkçede bilinen adıyla “Salyangoz” adlı romanında, bu hapishane deneyimini adsız bir anlatıcı üzerinden aktarır. Her ne kadar Halife’nin tecrübesi Arap Baharı öncesine ait olsa da betimlediği zindan manzaraları ve işkence yöntemleri, 2011 sonrası Esad rejiminin cezaevlerinde yaşananların da habercisi gibidir. Romanda geçen “uçan halı”, “Alman sandalyesi”, “lastik” gibi işkence teknikleri ve hücre yaşamının dehşeti, okura belgesel bir gerçeklikle sunulur. Halife’nin hikâyesi, edebiyatın bir direniş ve hafıza mekânı olarak işlev görebileceğinin kanıtıdır: Yaşanmış zulmün unutulmaması ve failin suçlarının kayda geçirilmesi. Nitekim Halife’nin eseri, Arap dünyasında ve uluslararası arenada geniş yankı uyandırmış; sonraki yıllarda Suriye’deki tutukluların maruz kaldığı işkence uygulamalarını belgeleyen insan hakları raporlarıyla edebî bir paralellik taşımıştır.
Mustafa Halife’nin otobiyografik romanı “Salyangoz: Suriye Zindanları / Bir Casusun Günlüğü” modern tanıklık edebiyatı kanonunda, özellikle de devlet şiddetinin psikolojik sonuçlarını ele alması bakımından önemli bir yer tutar. Eser, ateist bir mahkûmun, radikal bir İslamcı olduğu yanılgısıyla bir Suriye hapishanesinde on dört yıl boyunca yargılanmadan tutulmasının absürt ve trajik öyküsünü anlatır. Bu analitik değerlendirmenin temel argümanı, “Salyangoz”un yalnızca bir anı kitabı olmanın ötesinde, totaliter bir rejim altında bireyin psikolojik direncini, kimlik krizini ve insanlık onurunu koruma mücadelesini inceleyen hem edebi hem de politik açıdan katmanlı ve hayati bir metin olduğudur. Eser, bireysel bir kâbusun prizmasından, bir devletin sistematik baskı mimarisini ve bu mimarinin insan ruhu üzerindeki aşındırıcı etkilerini gözler önüne serer.
Sistematik Baskının Mimarisi: Keyfi Tutukluluk ve Yanlış Kimlik Atfı
Romanın ana eksenini oluşturan keyfi tutukluluk ve yanlış kimlik atfı temaları, eserin stratejik önemini belirleyen temel unsurlardır. Bu temalar, anlatıyı kişisel bir trajedinin ötesine taşıyarak, Suriye’deki siyasi baskı mekanizmalarının ve otoriter bir devlet aygıtının birey üzerindeki mutlak tahakküm arzusunun güçlü bir alegorisine dönüştürür. Roman, bir bireyin başına gelenler üzerinden, bir sistemin işleyiş mantığını deşifre eder.
Romanda bir ateistin radikal bir İslamcı sanılması, basit bir adli hatadan çok daha fazlasını ifade eder. Bu durum, totaliter rejimlerin en temel özelliklerinden birini, yani bireyi kendi tanımlarına ve kategorilerine hapsetme, onun özgün kimliğini yok sayma ve onu kendi yarattığı “düşman” prototipine indirgeme pratiğini somutlaştırır. Kahraman Musa, devletin gözünde “devletin en kötü türden düşmanı” olarak damgalanırken, aynı zamanda kendisi gibi mahkûm olan İslamcı koğuş arkadaşları tarafından da dışlanır (“Shunned by his fellow inmates”). Bu çift taraflı tecrit, onun fiziksel kısıtlılığının ötesinde, kimliksel ve toplumsal bir hapsi ifade eder. Rejim, onu özgürlüğünden mahrum bırakmakla kalmamış; kendini tanımlama ve bir topluluğa ait olma hakkını da elinden almıştır. Bu kimliksel kuşatma, rejimin fiziksel şiddetinin ötesinde, anlatının asıl odağı olan psikolojik arenaya, yani kahramanın kendi zihninin içine taşır ve bu içsel mücadelenin dinamiklerini incelemeyi zorunlu kılar.
Kabuğun İçinde: Psikolojik Direnç, İzolasyon ve Çöküş
Eserin başlığı olan “Kabuk”, kahramanın on dört yıllık esareti boyunca geliştirdiği psikolojik savunma mekanizmasının güçlü bir metaforudur. Bu bölüm, söz konusu “kabuğun” sınırlarını, işlevini ve nihayetinde kırılganlığını analiz ederek, bir bireyin aşırı acımasızlık karşısındaki içsel yolculuğunu merkeze alır. Kabuk, dış dünyadan gelen fiziksel ve psikolojik saldırılara karşı bir kalkan görevi görürken, aynı zamanda bireyi kendi duygularından ve insanlığından tecrit eden bir hapishaneye dönüşme potansiyeli taşır.
Kaynak metinde yer alan “meydan okuyan ve metanetli bir anlatıcı” tanımı ile “en güçlü kişiliğin bile bu kadar acımasız koşullar altında sonsuza kadar dayanamayacağı” ifadesi arasındaki gerilim, eserin psikolojik derinliğini ortaya koyar. Bu karşıtlık, tanıklık edebiyatındaki klasik “kahraman-kurban” ikiliğini yıkan sofistike bir argüman sunar. Halife, direnişin statik bir erdem olmaktan çıkıp; zamanla ve sistematik şiddetle aşınan, hatta yok olan dinamik bir sürece dönüştüğünü göstererek türün beklentilerine meydan okur.
Kahramanın diğer mahkumlar tarafından dışlanması, onun izolasyonunu katmerli hale getirir. Düşman olarak gördüğü rejim tarafından hapsedilmişken, kader arkadaşı olması beklenenler tarafından da reddedilmesi, psikolojik mücadelesini neredeyse dayanılmaz bir noktaya taşır. Bu durum, onun içsel “kabuğunu” daha da kalınlaştırmaya zorlar, ancak bu kalınlaşma, aynı zamanda insani bağ kurma yeteneğini de zayıflatır.
Ancak bu karanlık psikolojik tablonun içinde Halife, anlatıcısına trajediyi aktarmak için beklenmedik bir araç sunar: ironi ve mizah. Bu anlatı stratejisinin bir savunma mekanizması olarak nasıl işlev gördüğü, bir sonraki bölümde incelenecektir.
Anlatı Stratejisi: Trajediyi Aktarmada Mizah ve İroninin Rolü
“Kabuk” gibi sistematik işkence ve insanlık dışı koşulları konu edinen bir eserde mizah ve ironi kullanımı hem cesur bir edebi tercih hem de okuyucuyla etkileşim kurmada kilit bir stratejidir. Bu teknik, anlatılan travmatik olayların ağırlığı altında okuyucunun ezilmesini engellerken, aynı zamanda rejimin ve yarattığı vahşet düzeninin absürtlüğünü daha keskin bir biçimde ortaya koyar. Bu anlatı stratejisi, bir önceki bölümde incelenen “kabuk” metaforuyla doğrudan ilişkilidir. Mizah, hem bu kabuğun bir parçası, yani acıyı yönetilebilir bir mesafede tutan bir zırh katmanı, hem de kabukta açılan bir çatlak, yani içeride sıkışmış insanlığın dışarıya seslenme ve tanıklık etme çabası olarak okunabilir.
Kaynak metinde belirtildiği üzere, anlatıcının “şok edici olaylarda ve karakterlerde mizah ve ironiyi seçebilme” yeteneği, bu ikilemi yansıtır: kendini koruma ve tanıklık etme arasındaki gerilimi. Yaşanan dehşete entelektüel bir mesafe koyarak edilgen bir kurban olmayı reddeder ve anlatı üzerinde kontrol sahibi olur. Bu stil, acıyı inkâr etmek yerine, acının ortasında dahi insan aklının ve ruhunun hayatta kalma inadını sergileyerek eserin genel tonunu dayanılmaz bir kasvetten kurtarır ve okuyucunun bu zorlu metinle bağ kurmasını sağlar.
Bu edebi incelikler, “Kabuk”u kişisel bir tanıklığın ötesine taşıyarak, eserin daha geniş toplumsal ve politik düzlemdeki önemini ortaya koyar.
Suriye İç Savaşında İnsan Hakları İhlallerinin Boyutu
Birleşmiş Milletler verilerine göre Suriye’deki çatışmalarda 580 binden fazla insan hayatını kaybetmiş, savaş nedeniyle 13 milyon civarında kişi yerinden edilmiştir. Bu rakam, Suriye’nin 2011 öncesi nüfusunun yarısından fazlasına denk gelmektedir. Yüz binlerce sivil doğrudan çatışmalarda ölürken, yüz binlercesi de kuşatma, açlık, hastalık ve sağlık hizmetlerine erişememe gibi dolaylı nedenlerle yaşamını yitirmiştir. Ayrıca 130 binin üzerinde kişi zorla kaybedilmiş veya keyfi olarak tutuklanmıştır; bu vakaların büyük çoğunluğundan Suriye hükümet güçleri sorumlu tutulmaktadır. Suriye hükümeti ve müttefiklerinin sivillere yönelik kimyasal silah kullanımı, hastane ve okul gibi korunan hedeflere kasıtlı saldırılar ve yaygın işkence uygulamaları, çatışmanın en karanlık yüzünü ortaya koymaktadır. Nitekim uluslararası insan hakları kuruluşları, sivillere yönelik ihlallerin ezici çoğunluğunun Suriye rejimi ve destekçileri tarafından gerçekleştirildiğini vurgulamıştır. Örneğin, Suriye İnsan Hakları Ağı (SNHR) verilerine göre 2011-2024 arasındaki sivil ölümlerin yaklaşık %91’inden Baas rejimi ve müttefikleri sorumludur. Bu tablo, Suriye’deki savaşın asimetrik niteliğini ve devlet kaynaklı şiddetin boyutunu gözler önüne sermektedir.
Suriye krizinin insani etkileri de tarihte benzeri az görülür düzeydedir. Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği (UNHCR) raporları, Suriye’de takriben 6,5 milyon insanın dahili olarak yer değiştirdiğini, 6,7 milyon vatandaşın ise hudut ötesine iltica etmek zorunda kaldığını ortaya koymaktadır. Bu vahim manzara, çağımızın en kapsamlı ve kronikleşmiş insani buhranlarından biri sıfatıyla tarih sayfalarındaki yerini almaktadır. Türkiye, Lübnan ve Ürdün öncülüğündeki komşu devletler, kitlesel nüfus hareketliliğinin asıl külfetini sırtlanmış; Avrupa kıyılarına varan yüz binlerce sığınmacı ise küresel ölçekte sosyo-politik dengeleri derinden sarsmıştır.
On yılı geride bırakan bu yersiz yurtsuzluk hali, salt bir göç olgusunun çok ötesine geçerek, beraberinde “kayıp nesil” riskini sürüklemektedir. Eğitim, sıhhat ve güvenlik teminatından yoksun büyüyen milyonlarca çocuk, istikbalde onarılması güç toplumsal tahribatlara zemin hazırlamaktadır. Ülke sınırları dahilinde hayata tutunmaya çalışan siviller, çatışmaların harareti nispeten düşmüş olsa dahi iktisadi darboğaz, harap olmuş altyapı, epidemik hastalıklar ve temel hizmetlere ulaşım sorunuyla boğuşmaktadır.
2023 yılında yaşanan büyük deprem afeti, bilhassa kuzey bölgelerdeki hassas insani koşulları katmerlemiş, yaşam savaşını çok daha amansız bir boyuta taşımıştır. Bu girift kriz, siyasi olduğu kadar vicdani bir sınav niteliğiyle de insanlığın karşısına çıkmaktadır.
Sednaya Hapishanesi ve Rejim Zindanlarında İhlaller
Suriye’deki insan hakları ihlallerinin en somut ve dehşet verici örnekleri, cezaevlerindeki sistematik işkence ve infaz vakalarıdır. Başkent Şam yakınlarındaki Sednaya Hapishanesi, rejimin baskı politikasının bir sembolü haline gelmiştir. Uluslararası Af Örgütü’nün 2017 tarihli raporunda, 2011-2015 yılları arasında Sednaya’da en az 13.000 tutuklunun gizlice asılarak idam edildiği ortaya konmuştur. Bu infazlar genellikle toplu halde, haftada bir veya iki kez, gece yarısından sonra gerçekleştirilmiş; kurbanların cesetleri gizlice toplu mezarlara taşınmıştır. Sednaya’da infaz edilmeyen tutukluların birçoğu ise ağır işkence, açlık ve hastalık nedeniyle hayatını kaybetmiştir. Tanık beyanları ve kaçak belgeler, cezaevinde tutulan insanların elektrik verme, falaka, uzun süre askıda tutma, uykusuz bırakma gibi yöntemlerle sistematik biçimde işkence gördüğünü teyit etmektedir.
Sednaya tek istisna değildir; Suriye’deki diğer gözaltı merkezleri ve hapishanelerde de benzer uygulamalar raporlanmıştır. 2014 senesinde, “Caesar” müstear ismini kullanan bir askeri polis fotoğrafçısının ifşa ettiği 50 bini aşkın kare, rejim zindanlarında işkenceyle katledilen 11.000’den fazla mahkumun naaşlarını gözler önüne sermiş ve uluslararası camiada büyük bir infiale sebebiyet vermiştir. Buna ilaveten BM Soruşturma Komisyonu; 130.000’i aşkın ferdin hapishane yahut tevkif merkezlerinde sırra kadem bastığını, bu insanların akıbetinin ise halen meçhuliyetini koruduğunu kayıt altına almıştır.
Suriyeli mahkumların uğradığı bu muameleler, insanlığa karşı suç kapsamında değerlendirilmekte ve sorumluların adalet önüne çıkarılması için delil niteliği taşımaktadır. Nitekim Ocak 2022’de Almanya’da görülen tarihi bir davada, Esed rejiminin bir istihbarat subayı olan Anwar Raslan binlerce tutukluya işkence yapılmasından sorumlu bulunarak ömür boyu hapse mahkûm edildi. Bu karar, Suriye’de devlet eliyle işlenen işkence suçlarına karşı dünyadaki ilk mahkûmiyet olarak tarihe geçti ve benzeri yargılamaların önünü açtı.
Toplu Göç, Yerinden Edilme ve İnsani Kriz
Suriye’deki çatışmanın bir diğer büyük sonucunu zorunlu göç ve bunun yarattığı insani kriz oluşturuyor. Milyonlarca Suriyeli, can güvenliği nedeniyle evlerini terk ederek ülke içinde veya dışında daha güvenli bölgelere sığındı. Bu kitlesel yer değiştirme, bir yandan aileleri parçalarken diğer yandan komşu ülkelere ağır sosyoekonomik yükler getirdi. Türkiye, yaklaşık 3,5 milyon kayıtlı Suriyeli sığınmacı ile dünyada en fazla Suriyeliye ev sahipliği yapan ülke konumundadır. Lübnan’da nüfusun dörtte biri kadar Suriyeli mülteci bulunurken, Ürdün, Irak ve Mısır da ciddi sayıda sığınmacıya sığınak sağladı. Avrupa’ya ulaşabilen yüz binlerce Suriyeli ise 2015’te doruk noktasına ulaşan bir mülteci akınıyla siyasi sarsıntılara yol açtı.
Yerinden edilmiş Suriyelilerin büyük bölümü çadır kentlerde, derme çatma barınaklarda veya kentsel alanlarda zorlu koşullarda yaşamaktadır. Eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim, geçim imkanları ve uzun vadeli entegrasyon konularında ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Birleşmiş Milletler verilerine göre, Suriye içindeki insanların %90’ından fazlası yoksulluk sınırının altında yaşam mücadelesi verirken temel gıda ve temiz suya erişimde büyük güçlük çekiyor. Mülteci konumundaki Suriyeliler de gittikleri ülkelerde hukuki belirsizlikler, ayrımcılık ve dışlanma ile karşı karşıya kalıyor. Son yıllarda bazı bölge ülkelerinde Suriyeli sığınmacıların ülkelerine geri gönderilmesine yönelik siyasi baskılar artmış durumda. Ancak insan hakları örgütleri, Suriye’de koşulların güvenli ve onurlu dönüş için henüz oluşmadığını rapor ediyor. Keyfi tutuklama riskleri, zorla askere alma ve mülkiyet haklarındaki belirsizlikler, ülkesine dönmeye çalışan Suriyeliler için ciddi caydırıcı faktörlerdir. Dolayısıyla, Suriye’de kalıcı barış ve yeniden inşa sağlanmadıkça, yerinden edilme kaynaklı insani dramın da sürmesi beklenmektedir.
Hafızanın ve Edebiyatın Gücü
Sonuç olarak, Mustafa Halife’nin “Kabuk” adlı eseri, basit bir hapishane anısı olmanın çok ötesindedir. Bu eser, insan ruhunun en karanlık koşullardaki direncini, kimliğin aşırı baskı altındaki kırılganlığını ve adaletsizliğin rasyonel akılla açıklanamayan absürt doğasını ortaya koyan, edebi gücü yüksek bir metindir. Anlatıcının metaneti ile nihai çöküşü arasındaki gerilim, ironi ve mizahı bir savunma kalkanı olarak kullanması ve hem devlet hem de kader arkadaşları tarafından maruz bırakıldığı çifte tecrit, “Kabuk”u insanlık durumuna dair evrensel bir sorgulamaya dönüştürür.
Özetle eser, otoriter rejimlerin doğasını ve Suriye krizini aşan bir perspektifle, adaletsizliğin hafızadaki kalıcı izlerini anlamlandırmak adına elzem bir literatür katkısı sunmaktadır.
• Eser: The shell : memoirs of a hidden observer
• Yazar: Khalīfah, Muṣṭafá
• Yayıncı: Interlink Books, an imprint of Interlink Publishing Group, Inc.
• Yayın Yılı: 2017
• ISBN: 9781566560221
*Bu makalede ifade edilen görüşler yazara aittir ve Platform: Müslüman Dünyanın Gündemi yayın politikasını yansıtmayabilir.
Kaynakça
- Birleşmiş Milletler. Suriye’deki çatışmalarda can kayıpları, yerinden edilme ve insani durum verileri.
- • Suriye İnsan Hakları Ağı (SNHR). (2024). 2011-2024 yılları arasında Suriye’deki sivil ölümleri ve sorumluluk oranları raporu.
- Amnesty International. (2017). Human Slaughterhouse: Mass Hangings and Extermination at Saydnaya Prison, Syria. Londra: Amnesty International Yayınları. (Erişim: Amnesty.org sitesi üzerinden rapor özeti)
- Global Centre for the Responsibility to Protect. (2021, 15 Mart). A Decade of Atrocities and International Failure in Syria [Basın açıklaması]. (Erişim: globalr2p.org üzerinden 10. yıl değerlendirme raporu)
- Halife, M. (2018). Salyangoz: Suriye Zindanları (Bir Casusun Günlüğü). (Çev. anonim). İstanbul: Mana Yayınları. (Özgün eser: al-Qawqa‘ [Kabuk], 2008).
- Oltermann, P. (2022, 13 Ocak). German court jails former Syrian intelligence officer for life. The Guardian. (Erişim: theguardian.com adresinden haber metni)





































