Mekân-kırımdan Soy-kırıma
Silahların sesi aklın sesinden daha yüksek olduğunda düşünmenin duygusal ve zihinsel olarak ne kadar zor olduğunu biliyorum. Ben bir mülteci kampında büyümüş bir Filistinliyim ve İsrail'in Filistin halkına karşı işlediği zulmün kuşaklar arası travmasıyla yaşıyorum. Bugün mevcut savaş hakkında düşünmek için kendimizi, ahlaki ve sosyal sorumluluğumuza nasıl yükseltebiliriz? Bazıları İsrail'in bölgedeki şiddet tarihini Hamas'ı aklamak için kullanırken; bazıları da bugün insanlıklarının ya da İsrail Savunma Bakanı'nın deyimiyle “insan-hayvanlıklarının” tehlikede olduğu bir dönemde Filistinlilerden ahlaki bir denge talep etmenin haksız olduğuna inanıyor ve bu dengeyi farklı bakış açılarıyla değerlendiriyor. Bence bazılarımızın Hamas'ın eylemleri hakkında (görünüşte bu eylemler yanlış ya da siyasi açıdan felaket gibi görünseler de) bir tür tarafsız gözlemci konumundan ahlaki yargılarda bulunma konusundaki isteksizliğimiz, bir açık hava hapishanesinde ve aynı korkunç gerçeklikte yaşasaydık nasıl davranacağımızı ve tepki vereceğimizi bilemememizden kaynaklanıyor. Bana göre, Filistin-İsrail savaşı üzerine düşünürken, bağlamı ne olursa olsun siviller ve savaşçılar arasında ayrım gözetmeyen her türlü saldırıyı kınamak için aynı kıstası kullanmak gerekir.
Ancak ben bu savaşı 7 Ekim’den itibaren düşünmeyi reddediyorum. Bu savaş 1973 yılında Arap ordularının İsrail’i bozguna uğrattığı 6 Ekim Savaşı’nın bir anısı olarak okunabilir ancak benim için daha ziyade 1993 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile İsrail arasında Oslo Barış Anlaşmalarının imzalanmasından tam otuz yıl sonra başlamıştır. Bu yazıda İsrail’in zulmünü nasıl yoğunlaştırdığını, en azından meseleyi kısmen açıklayabilecek, anlaşmalar ve kalıcı miraslar üzerinden inceleyeceğim. Yerleşimci sömürgecilik, Filistinlilerin yok edilmesi ve apartheid rejimi uygulamaları birbirinin takipçisi olan hükümetler tarafından amansızca kızıştırıldı.
Uzun süredir tek devletli (laik ve demokratik) çözümü savunuyor olsam da, barış sürecine karşı değilim ve ilkesel olarak sadece bir savaşın Filistinlilerin haklarını geri getirebileceğini düşünmüyorum. Ölü doğduğu düşünülen Oslo barış sürecini lanetleyenlere karşı, belli bir noktada her iki tarafın da en azından toprak paylaşımı konusunda meşakkatli de olsa uzlaşmalara varması için elverişli bir dinamik yaratma potansiyeline tanık oldum. Ancak bu anlaşmalar bazı açılardan o kadar kötüydü ki akla gelebilecek en kötü senaryoları üretti.
13 Eylül 1993’te Beyaz Saray’da Oslo Anlaşmaları imzalandıktan sonra soldan sağa: İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin, ABD Başkanı Bill Clinton ve Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat
1998 yılında Ramallah'ta yaşarken, o zamanlar Filistin Dışişleri Bakanı Nabil Shaath'ın danışmanı olan sevgili dostum Ilan Halevi’yle Oslo Anlaşmaları’nda İsrail’in OPT’deki (Occupied Palestininan Territories- İşgal Edilmiş Filistin Toprakları) yerleşimlerini durduracak bir maddenin bulunmaması hakkında uzun bir tartışma yaptık. Ertesi hafta kendisiyle birlikte katıldığım toplantıya, özellikle İsrail'in OPT'deki yerleşimleriyle ilgili eleştirilerimi hazırlayarak gittim. Toplantıda, bu konunun müzakerelerdeki en büyük engel olduğu ve güç yapısı nedeniyle İsraillilerin yerleşimlerin inşasını durdurmayı kabul etmelerinin mümkün olmadığı konuşuldu. Ancak bu "büyük bir hata" olarak değerlendirildi ve Oslo Anlaşması'ndaki "hiç kimsenin diğer tarafın rızası olmadan coğrafyayı değiştiremeyeceği" maddesinin farklı şekillerde yorumlanabilecek bir madde olduğu söylendi. Aslında, biçare Filistinli müzakereciler İsrail'i yasadışı yerleşimlerini inşa etmeyi durdurmaya zorlamak için uluslararası topluma duyulan güvene bel bağlamışlardı.
BM İstatistikleri yerleşim sayısının 2000 yılında 110.000'den 450.000'e, yani yedi yıl sonra üç katına çıktığını göstermektedir. Şimdi bu sayının 700.000 olduğunu tahmin ediyoruz. Buna ek olarak İsrail, yerleşimcilerin kullanımı için Filistinlilerin yeraltı akiferlerinden rutin olarak su çekerken, Filistinlileri kendi sularına erişimden mahrum bırakmaktadır.
Mekân-kırım (Spacio-cide)
1999 ve 2004 yılları arasında İşgal Edilmiş Filistin Toprakları’nda, İkinci İntifada'nın kalbinde yaşadım. O dönemde Filistinli mülteciler meselesinin yanı sıra bu çatışmanın siyasi sosyolojisiyle de çok ilgiliydim ve “mekân-kırım” (spacio-cide) kavramını o zaman ürettim. Bana göre, İsrailli yerleşimci sömürgecilik projesi, Filistinli nüfusun kaçınılmaz “gönüllü” transferini sağlamak amacıyla öncelikle Filistin halkının üzerinde yaşadığı toprakları hedef alması bakımından soy-kırımın aksine “mekân-kırımsal”dır. Mekân-kırım, dinamik bir süreç olsa da ortaya çıkan bağlam ve Filistin direnişinin eylemleriyle sürekli etkileşim halinde olduğu için birleşik bir rasyonelliğe sahip kasıtlı bir ideolojidir. Askeri, hukuki ve sivil aygıtların farklı yönlerini tanımlayarak ve sorgulayarak, mekân-kırım projesinin gerçekleştirilmesi şu üç ilkeyi kullanan bir rejim aracılığıyla mümkün hale gelmiştir: Sömürgeleştirme ilkesi, bölme ilkesi ve görünüşte çelişkili olan bu iki ilke arasında aracılık eden istisna hali.
İsrailli yerleşimci sömürgecilik projesi, Filistinli nüfusun kaçınılmaz “gönüllü” transferini sağlamak amacıyla öncelikle Filistin halkının üzerinde yaşadığı toprakları hedef alması bakımından soy-kırımın aksine “mekân-kırımsal”dır.
Ancak 2005'ten bu yana İsrail şiddeti bütün uluslararası insan hakları yasalarına acımasızca meydan okur hale geldi. Giorgio Agamben'e göre, işgal rejiminin kaba tasviri, hukukun askıya alınmasıyla yaşamın terk edilmesinin tamamen örtüşmediğini göstermektedir. Filistin vatandaşlığının reddedilmesi ve hukukun üstünlüğünün yerini yönetmelikler, prosedürler ve kararnamelerin alması, işgal rejimini başlangıcından itibaren karakterize etmiş ve son yıllarda Filistin yaşamının daha aktif ve şiddetli bir şekilde terk edilmesine zemin hazırlamıştır (Ophir vd., 2009).
İsrail'in bu vahşetine bir örnek vermek gerekirse, BM istatistiklerine göre 2008'den Ağustos 2023 sonuna kadar İsrail askeri yapılanması ve yerleşimciler tarafından 308 İsrailliye karşı 6407 (21 katı) kişi öldürülmüştür; aynı oran yaralılar için de geçerlidir: 7307 İsrailliye karşı 152560 Filistinli yaralanmıştır. Sadece Ocak ayından Eylül 2023'e kadar 223'ten fazla Filistinli ve 30'a yakın İsrailli öldürülmüş ancak bu Batı medyasında ciddi bir yer bulmamıştır. 7 Ekim'den bu yana Gazze'de 11.000'den fazla Filistinliye (4670'i çocuk) karşı 1400 İsrailli (22'si çocuk) öldürüldü. İsrail, bir İsrailli insanın bir Filistinli "hayvan"dan 21 kat daha değerli olduğu bir değişim oranı belirledi. Bugün bile bazı İsrail bakanlıkları bütün Filistinlilerin Gazze'den sürülmesini önermektedir (Abraham, 2023).
Bütün bu tabloya bakarak “Kaybedecek bir şeyi olmayan adama dikkat et” özdeyişini hatırlayalım; umutsuzluk, nihilizm doğurur. İsrail Gazze'deki sivillere karşı ikinci soykırım nekbesini gerçekleştirirken onlar direnmeye devam edeceklerdir. Bütün bu kayıplar İsrail Ordusu'nun sık sık söylediği gibi ikincil hasar olarak okunamaz.
Uluslararası hukukta "ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu tamamen ya da kısmen yok etme niyeti" olarak tanımlandığından, bu yapılanlar gerçekten de yasal olarak bir soykırımdır. Söz konusu tanım Aralık 1948 tarihli BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde yer almaktadır. İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant 9 Ekim'de yaptığı açıklamada soykırım niyetini açıkça ortaya koymuştur: "Gazze'ye tam bir kuşatma uyguluyoruz. Elektrik yok, yiyecek yok, su yok, yakıt yok. Her şey kapalı. İnsan-hayvanlarla savaşıyoruz ve buna göre hareket edeceğiz"[1]. Gazze, 2007'den beri, Mısır’ın suç ortaklığıyla, İsrail kuşatması altında. Uzunluğu 40 km, genişliği ise sadece 8 km olan bu küçük kara parçasında sığınılacak bir yer yok. İsrail şu anda gıda, yakıt, su ve elektriği keserek korkunç bir insani krize yol açmış durumda.
7 Ekim: Stratejik bir hata mıydı?
İsrail işgalinin Batı Şeria'da ve Gazze'deki açık hava hapishanesinde çok korkunç olduğunu görüyoruz; öyleyse sosyolojik olarak direnişin neden şirin gözükmesini bekleyelim? Tarihsel olarak da benzer örnekler var. Norman Finkelstein bize ABD'deki köle isyanlarının ne kadar kötü olduğunu ve Siyahi Amerikalı sosyolog W.E.B. Du Bois ile Amerikalı sosyal reformcu ve kölelik karşıtı Frederick Douglass'ın bu kötülüğü eleştirmediklerini hatırlatıyor[2]. David Rovics ayrıca 7 Ekim'de yaşananları, 1943 baharında Yahudi Savaş Örgütünün Alman Ordusunu, yarı aç siviller ve onların ev yapımı silahlarından oluşan bu grupla başa çıkmak için SSCB ile kaybetmekte oldukları savaşta cepheden asker çekmeye zorladığı Varşova Gettosu Ayaklanması’na benzetiyor. Kimse bir avuç Yahudi'nin Alman ordusunu yenmesini beklemiyordu (Rovics, 2023). Dolayısıyla, ağır bedeller ödeyen Filistinliler bugün yavaş yavaş ölmektense hızlı ölmeyi; aşağılanmış bir şekilde diz çökerek ölmektense adalet ve özgürlük için ayakta savaşmayı tercih ettiklerini açıkça ortaya koydular.
Ağır bedeller ödeyen Filistinliler bugün yavaş yavaş ölmektense hızlı ölmeyi; aşağılanmış bir şekilde diz çökerek ölmektense adalet ve özgürlük için ayakta savaşmayı tercih ettiklerini açıkça ortaya koydular.
Batı'nın Siyasi ve Askeri Suç Ortaklığı
Filistinliler, İsrail'in süregelen yerleşimci sömürgeciliği ve apartheid projesi karşısında onlarca yıl süren Arap dünyasının ve uluslararası toplumun sessizliğinden sonra ezberleri bozmuştur. Güç zehirlenmesi sonunda İsrail'i, bazı Arap ülkelerini ve onların kibirli liderlerini ele geçirmişti. İsrailli liderler uzun süre kendilerini yenilmez sanıyordu ve düşmanlarını hafife alıyordu. Uluslararası toplumda kabaca şöyle bir bölünmeden bahsedebiliriz: neredeyse Küresel Kuzey İsrail'in orantısız misillemesini desteklerken; İran, Rusya ve Çin'in ağırlıkta olduğu Küresel Güney ateşkes ve barış sürecinden yana. Bazı yasaklamalara rağmen Filistin için düzenlenen gösteriler Batı da dahil olmak üzere dünyanın büyük şehirlerinde muazzam bir tablo çizdi. Nitekim İsrail'in Gazze'de 1882 yılında kurulan ve Anglikan kilisesi tarafından işletilen El-Ahli Arap Hastanesi'ni bombalaması sonucu 500'e yakın Filistinlinin hayatını kaybetmesi, çoğu İsrail'in kuşatma altındaki bölgeye yönelik acımasız bombardımanından kaçan insanların katledilmesine yönelik küresel öfkeyi tetikledi.
Tarafsız doğrulamalara rağmen[3], bazı Batılı medyacılar ve siyasetçiler İsrail'in bu hastanenin basitçe bombalandığını iddia etti. İsraillilerin, Amerikalıların, İngilizlerin, Fransızların, Almanların tarihten ders almalarının zamanı gelmiştir. Failleri anonimleştirme yöntemleri onları suç ortağı haline getirmektedir. Öldürülen Filistinli çocukların ve sivillerin yasını tutmayı uzun süre reddetmeleri, savundukları liberal değerlere aykırıdır. Hamas'ın İsrail'i yok etmek istediğini kaç kez duyduk da İsrail'in İşgal Edilmiş Filistin Topraklarını (Occupied Palestinian Territories) nasıl yok ettiği sorusunu neden sormadık?
Bu ülkelerden bazıları, özellikle Almanya ve Fransa, sadece İsrail'in sömürgeci projesini desteklemekle kalmıyor; aynı zamanda herhangi bir gösteriyi ya da Filistin bayrağı veya kefiye taşımayı da yasaklıyor. Hamas'ın davranışlarını değerlendirirken kullandığımız uluslararası insani hukuk standartlarını İsrail'e uygulamanın anti-semitik olduğunu iddia ediyorlar. İsrail'in var olması için İsrail'in Filistin halkını (Gazze'de olduğu gibi topluca ya da Batı Şeria'da olduğu gibi yavaş yavaş) yok etmesini destekliyorlar. Gazze, 4. Cenevre Sözleşmesi uyarınca İşgal Altındaki Bölge olarak kalmaya devam etmektedir ve bu da İsrail'e işgal altındaki sivil nüfusu koruma konusunda birincil sorumluluk vermektedir. Bu çerçeve, İsrail'in “savaş” söylemini ve “meşru müdafaa hakkını” uygulanamaz hâle getirmektedir.
Hamas'ın davranışlarını değerlendirirken kullandığımız uluslararası insani hukuk standartlarını İsrail'e uygulamanın anti-semitik olduğunu iddia ediyorlar.
Bu durum sadece yeniden seçilmeleri için gerekli olan çıkar gruplarını önemseyen politikacıları değil, aynı zamanda birçok akademisyeni de ilgilendirmektedir. Bugün İsrail gazetesi Haaretz'de İsrail'in Gazze'deki eylemlerine yönelik eleştirileri birçok Avrupa gazetesinde okuduğumuzdan daha fazla okuyabiliyoruz. İsrail Sosyoloji Derneği bile İsrail'in uluslararası yasaları ihlal etmesini Avrupa'daki diğer ulusal derneklerden daha fazla eleştiriyor. Hepimiz Robert Badinter'in 1981'de Fransa'da ölüm cezasının kaldırılmasını nasıl haklı olarak yasalaştırdığını hatırlıyoruz; işte şimdi filozof ve feminist eşi Élisabeth Badinter, yaptığı açıklamayla Gazze halkı için toplu ölüm cezasını meşrulaştırıyor.
Tabii ki Batı'da da BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği New York Ofisi Direktörü Craig Mokhiber gibi dürüst akademisyenler ve insan hakları savunucuları da var. Mokhiber 31 Ekim'de, İsrail'in ihlallerinde BM ve Batı'nın suç ortaklığını kınayan sert bir istifa mektubuyla istifa etti. Yeni bir vakıaya da tanık oluyoruz; ilk kez Amerikan üniversiteleri Filistin halkının mücadelesine güçlü bir destek veriyor ve aynı destek Avrupa'da da var. İngiltere, Fransa ve Almanya'daki profesörlerin ve araştırmacıların, sadece Facebook ve X'te bir paylaşım yaptıkları için izlemeye alınmalarına rağmen yüzlerce hatta binlerce Batılı akademisyen tarafından Gazze'deki savaşa karşı imzalanan ve OPT’deki işgalin sona erdirilmesi çağrısında bulunan çok sayıda bildiri var.
Bugün Batılı siyasi otoriteler, bu yerleşimci sömürgecilik projesi devam ederken Filistinlileri pasifize etmek için sözde ılımlı Arap liderlere güveniyor. Suudi özel ve kamusal sektörlerden gelen fonları kurutacak ve Filistinlilere içinde bulundukları kötü duruma adil bir çözümden daha azına razı olmaları için baskı yapacak Suudi/İsrail anlaşmasına bel bağladılar. Daha geçen ay ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan kendinden emin bir şekilde şunları söyledi: "Orta Doğu bölgesi bugün, son yirmi yılda olduğundan daha sakin"[4] Orta Doğu'daki sahte istikrar imajı, hayallerin başarısızlığı ve Filistin davasının çözümsüzlüğünün bölgeyi nasıl bir uçurumun eşiğine getirebileceği 7 Ekim'den çıkarılan acı derslerden biriydi.
Batı'nın İsrail'in sömürgeci projesine neden bu kadar suç ortağı olduğu merak edilebilir. Elbette Holokost'un hatırası var ama aynı zamanda İsrail'in yanlış bir şey yapamayacak seküler bir ülke olduğuna dair bir inanç da var. İşgal Edilmiş Filistin Topraklarındaki yerleşimlerin genişlemesinin bir göstergesine bakacak olursak, İsrailli liderlerin solda, sağdan daha fazla yer aldığını görürüz (Hanafi, 2013). Alain Touraine'in 1993 yılında Paris'te Sosyal Bilimler İleri Araştırmalar Okulunda (School for Advanced Studies in the Social Sciences -EHESS) yaptığı bir konuşmayı hatırlıyorum; konuşmasında İsrail'in bir yıl içinde 150.000 Rus Yahudisini kabul etme "mucizesini" anlatmıştı. Bu mucizeye itiraz ettiğimde, bu göçmenlerin bir kısmının işgal altındaki Filistin topraklarına yasadışı olarak yerleştirildiğini söyledi: "Bu göçmenler denklemi değiştirecek. Sovyetler Birliği'nde büyüdüler, laikler, dolayısıyla barış sürecini destekleyecekler". Bu göçmenlerin aşırı sağcı bir siyasi parti Israel Our Home) kurduklarını ve Batı Şeria'daki dinci yerleşimciler hareketiyle ittifak yaptıklarını göz ardı ediyordu.
Arap-İsrail çatışmasının okunması, Hamas'a karşı olmaktan başka bir şey olmayan İslamofobik bir sekülerizm tarafından domine edilmeye devam ediyor. Hamas, IŞİD olarak lanse edilerek ortadan kaldırılması gereken bir hedef haline gelirken, Filistinli Gazzeliler de katillerinden hesap sorulmadan öldürülebilecek “homo sacer” (Agamben, 1998) hâline geliyor.
Filistinlileri Kim Temsil Ediyor?
Bazıları Hamas'ın Filistin halkının önemli bir çoğunluğunu temsil ettiğine itiraz etse de Hamas gerçekten de Filistin halkından, İşgal Edilmiş Filistin Topraklarından ve diasporadan çok büyük bir desteğe sahip. 2006 yılında Filistin halkı tarafından seçilen Hamas, kendilerini seçenlere ideolojilerini açıkça ifade ettiler. O zamanlar Hıristiyan arkadaşlarımın oylarını onlardan yana kullandıklarını gördüm. Son beş yılda bile Batı Şeria'daki Filistin üniversitelerinde öğrenci seçimlerini kazanmaya devam ediyorlar. Onların popülaritesi İsrail’le siyasi bir çözüm bulunamamasından ve devam eden İsrailli yerleşimci sömürgecilik projesinden kaynaklanıyor. Bu da Filistinlileri gerçek anlamda kendi çıkarları için çalışan tek grup olarak Hamas'la baş başa bırakıyor.
Hamas'ın eylemlerine karşı çıkanlar bize "ılımlı" Filistin otoritesinin neden İsrail'i Batı Şeria'dan vazgeçmeye ve işgale son vermeye zorlayamadığını anlatmalıdır. Bu otoritenin, liderlerinin geçim kaynakları ve Batılı ve Arap ülkelerin yardımları karşılığında İsrail'e karşı şiddetten koşulsuz olarak vazgeçmelerine mahkum edildikten sonra elinde hiçbir kart kalmamıştır.
Hamas'ın eylemlerine karşı çıkanlar bize "ılımlı" Filistin otoritesinin neden İsrail'i Batı Şeria'dan vazgeçmeye ve işgale son vermeye zorlayamadığını anlatmalıdır.
Filistinliler, Hamas’ın kuruluşunun 31. Yıldönümü etkinliklerinde.
Kaynak: Ibraheem Abu Mustafa, Reuters
Şiddet ve Diyalog
Belirli bir güç dengesi kurulmadan sadece müzakere yoluyla tahliye edilen herhangi bir yerleşimci sömürgecilik projesi yoktur ve bunun için genellikle çok bedel ödenir. Cezayir 1,5 milyon şehit verdikten sonra bağımsızlığını kazandı. Filistinliler, Hindistan'da Ghandi'nin şiddet karşıtlığını Oslo sürecinden bu yana en az otuz yıl boyunca denediler ama sonuç alamadılar.
Tarih münferit olaylar olarak değil, hareket ve vakıa olarak ele alınmalıdır. Devletler ve toplumlar iyi ya da kötü bir amaç için güçlü aktörlere saygı duyarlar. Haziran 1967 Savaşı'ndan sonra birçok ülkenin İsrail'i tanıdığını biliyoruz. Şimdi İran önemli bir jeopolitik aktör olarak dayatıldı. Hamas da aynı şekilde. Aksa Tufanı, bölgedeki insanlar tarafından Filistinliler ve adalete inananlar için itibarın geri kazanılması olarak görülüyor. Bu duygusal/psikolojik durum, İsrail’in insanlığı ve insan hakları yasalarını bu kadar çok ihlal etmesine karşı adaleti savunanlar için çok önemli. Aksa Tufanı bir bütün ezberleri bozdu ancak nasıl sonuçlanacağı henüz göremiyoruz [5] . Ben hâlâ bu savaşın, İsrail'i ve uluslararası toplumu adil bir siyasi çözüme ya da en azından eşit ortaklar arasında bir diyaloğa zorlayacağını umuyorum ve bu benim yakın zamanda yaptığım diyaloğu savunan liberal proje çağrısıyla da uyumlu (Hanafi, 2023). Gazze'nin ve belki de Lübnan'ın başına geleceği kesin gibi görünen şeylerden korkuyorum.
[1] Bkz.: “Israeli Defense Minister Announces Siege On Gaza To Fight ‘Human Animals’”, http://bit.ly/3RHx7Za “'No Innocent Civilians in Gaza', Israel President Says as Northern Gaza Struggles to Flee Israeli Bombs”, https://bit.ly/41WmwP2 “Public Statement: Scholars Warn of Potential Genocide in Gaza” https://bit.ly/4aJEbgF
[2] Bkz.: “Professor Norman Finkelstein on Genocide in Gaza: An Interview”, https://bit.ly/3tyYixC
[3] Bkz.: “Investigations reveal discrepancies in Israel’s Gaza hospital attack claims”, https://bit.ly/3Sa8MN9
[4] Bkz.: “The Middle East Region Is Quieter Today Than It Has Been in Two Decades”, https://bit.ly/47qN3VC
[5] Filistinli bilim adamı Yezid Sayigh, 7 Ekim'de yaşananları Saraybosna 1914 ya da Kristallnacht 1938'e benzeterek faşist eğilimleri hızlandıracağından korkuyor, bkz.: https://bit.ly/3TM6tkJ
Kaynakça
Abraham, Y. (2023). Expel all Palestinians from Gaza, recommends Israeli gov’t ministry. https://www.972mag.com/intelligence-ministry-gaza-population-transfer/ adresinden erişildi.
Adi, O., Givoni, M., and Hanafi, S. (Eds. (2009). In The Power of Inclusive Exclusion : Anatomy of Israeli rule in the Occupied Palestinian Territories, s. 15–32. New York: Zone Books.
Agamben, G. (1998). Homo sacer: Sovereign power and bare life. Stanford, CA: Stanford University Press.
Hanafi, S. (2013). Explaining spacio-cide in the Palestinian territory: Colonization, separation, and state of exception.” Current Sociology 61 (2), 190–205.
Hanafi, S. (2023). Toward a dialogical sociology: Presidential address- XX ISA World Congress of Sociology 2023. International Sociology, 39 (1).
Rovics, D. (2023). The Gaza Ghetto Uprising. https://www.counterpunch.org/2023/10/09/the-gaza-ghetto-uprising/ adresinden erişildi.
Sari Hanafi
1994 yılında doktora tezini "Suriye'deki Mühendisler: Modernleşme, Tekno-Bürokrasi ve Kimlik" başlığıyla yazan Sari Hanafi, Beyrut Amerikan Üniversitesi'nde Sosyoloji Profesörü ve İslami İlimler Programı başkanıdır. Aynı zamanda Uluslararası Sosyoloj...