Editör Notu: Bu değerlendirme, 22 Mayıs 2024 tarihinde İLKE Agenda kapsamında gerçekleştirilen seminer üzerine Ayşenur Ergin tarafından hazırlanmıştır.
22 Mayıs tarihinde gerçekleştirilen “Gazze Soykırımı Günlerinde Aktivizm ve İslamofobi" başlıklı seminerde, Siyonist karşıtı ve Filistin yanlısı eylemlerin, protestoların ve gösterilerin, dini ve kültürel sınırların ötesinde insanları nasıl birleştirdiği üzerinde duruldu. Özellikle ABD ve Avrupa’daki insanların Filistin’le dayanışma için düzenlediği eylemlerin İslamofobi'yi dönüştürmeye yönelik potansiyel etkisi tartışılarak yıllardır yeri ve aktörleri değişse de dayanağı değişmeyen soykırımın sürekliliği ve algılanışı konuşuldu.
ABD'deki Filistin eylemlerinin öncülerinden biri olan Muhammad El-Attar ve Arizona Üniversitesi İslamofobi ve uluslararası hukuk uzmanı Khaled Beydoun’un konuk olduğu program, İbn Haldun Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ahmet Yusuf Özdemir moderatörlüğünde gerçekleşti. Muhammad El-Attar, Filistin’in sadece Müslümanların veya Arapların bir sorunu olmadığını, temelde insani bir sorun olduğunu ve Filistin için çeşitli ortamlarda bir araya gelen herkesin, Filistin'in varlığının ve direnişinin önemli bir parçası olduğunu vurgulayarak sözlerine başladı. Aktivizmin evriminde ve mevcut gidişatında sosyal medyanın büyük bir rol oynadığından bahseden El-Attar, sosyal medyanın ve bireysel/kolektif aktivizmin; Filistin'in ve İsrail'in konumunu ve algılanışını değiştirdiğine inandığını ifade etti. Öyle ki hayatı boyunca mitingler ve protestolar düzenleyen bir Filistinli olarak da 7 Ekim'den bu yana yerel, ulusal ve küresel ölçekte devam eden aktivizm ve protestoları, ilk kez bu boyutta gördüğünü aktardı. Nitekim geçmişte Filistin'i hiç duymamış olan insanların, şimdi Filistin veya Gazze’nin adını bile duyduklarında hissettikleri heyecanların, aktivizmin gidişatında belirgin etkisi olacaktır.
Bu katliamlar, sürecin ne kadar sistemli ve planlı bir şekilde yürütüldüğünü açıkça ortaya koyuyor. Bu noktada soykırımın sadece yerleşimci sömürgeciliğin bir tezahürü değil, aynı zamanda İslamofobi ve oryantalizme dayanan daha geniş ve uzun süreli bir terörün çıktısı olduğunu anlamak çok önemlidir.
Khaled Beydoun, Amerika’da bir hukuk profesörü olarak hukuk akademisinin nasıl yoğun bir Siyonist yapıya sahip olduğunu ve mesleğinin soykırımın ve etnik temizliğin ilerlemesini haklı çıkarmaya adamış kişiler tarafından nasıl domine edildiğini paylaştı. Nerdeyse 300. gününde olduğumuz bu soykırımda, 45.000’den fazla masum insan katledildi, 1,8 milyon insan ise yerinden edildi. Hiçbir güvenli bölge bırakılmayan Gazze’de Refah’a sığınan insanlar, çadırlarda uyurken bombalandı. Soykırımının her boyutta ve her anlamda nasıl serbest bırakıldığını gösteren bu katliamlar, sürecin ne kadar sistemli ve planlı bir şekilde yürütüldüğünü de açıkça ortaya koyuyor. Bu noktada soykırımın sadece yerleşimci sömürgeciliğin bir tezahürü değil, aynı zamanda İslamofobi ve oryantalizme dayanan daha geniş ve uzun süreli bir terörün çıktısı olduğunu anlamak da çok önemlidir. Öyle ki Beydoun’a göre küresel aktivizmin ABD ve Avrupa'da yaygın olan İslamofobik anlatılara meydan okuyabilecek ve yeniden şekillendirilebilecek bir potansiyeli olabilir.
Bu durumda gündeme gelen “Biz ne yapabiliriz?” sorusunu El-Attar, doğrudan kontrolümüz altında olan bireysel ve toplu aktivizm üzerinden ele aldı. Bu aktivizm, uluslararası toplumda Siyonist propagandayı ve Siyonist savaş suçlarını ifşa etme seviyesine varan bir boyutta, genel bir zihin değişikliği yaratarak geri dönüşü olmayan bir aşamaya ulaştı. Artık geri dönüş yok, çünkü El-Attar'a göre kimse soykırımın 8 ay süreceğini düşünmemişti ve kimse protestoların, mitinglerin ve boykotların bu kararlılıkta ve kesintisiz devam edeceğini beklememişti. Bu aşama ise Filistinliler ve Filistin yanlısı aktivistler olarak toplu halde protesto etmeye, eylemler yapmaya ve soykırımı destekleyen markaları boykot etmeye devam etmemiz gerektiğini açıkça gösteriyor. El-Attar, boykotun işe yaramadığına yönelik anlayışın yanlışlığını da Siyonist lobilerin BDS (Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar) hareketini engellemek için bu kadar fazla çaba gösterip pek çok ABD eyaletinde yasadışı hale getirmeleri ve onu aktif olarak durdurmaya çalışmaları üzerinden anlattı: “Boykot işe yarıyor. Çünkü tutumların, misyonların değiştiğini gördük. Şirketlerin duruşlarını değiştirdiğini gördük.” El-Attar, ikinci bir boyutuyla da hükümet perspektifinden uluslararası topluluk olarak ne yapabiliriz meselesinin önemli bir yerde durduğuna dikkat çekti.
"Boykot işe yarıyor. Çünkü tutumların, misyonların değiştiğini gördük. Şirketlerin duruşlarını değiştirdiğini gördük."
Esasında uluslararası toplumun tek tip olmadığını da göz önünde bulundurmak çok önemli. Khaled Beydoun bu bağlamda bir dönüm noktasında olduğumuza işaret ederek Batı hegemonyasına karşı yükselen seslerin varlığından bahsetti. Nitekim bunun en etkin örneği, Güney Afrika'nın Uluslararası Adalet Divanında öncülük ettiği dava ile İsrail'in son 7 ay boyunca yaptığı eylemlerin soykırım nitelikli olduğunu kesin bir şekilde belirtmesidir. Kolombiya, Brezilya, Bolivya gibi Güney ülkeleri de İsrail'i ve soykırımcı eylemlerini kınayıp, Netanyahu'yu soykırımcı bir canavar olarak tanımlar. Beydoun’a göre bu cesur atılımlar karşısındaki cesaret kırıcı olan en büyük şey, soykırımı durdurmak için yeterli değişikliğe sebebiyet veremiyor oluşumuzdur. İnsanlar büyük tepkilerle soykırıma karşı durdular ama bu, soykırımı durdurmak için yeterli olmadı. Beydoun, ABD gibi süper güçlerin soykırımcı hükümetleri desteklemeyi bırakmadığı sürece bunun mümkün olmayacağını şu sözlerle vurguladı: “Ben bir hukuk profesörüyüm ve şunu söyleyebilirim; hukuk, güçlü devletler tarafından desteklenmedikçe bir anlam ifade etmez. Hukukun anlamı, güçlü devletler tarafından uygulandığında bir anlam taşır.” Buna göre uluslararası topluluğun taban hareketleri düzeyinde yaptığı her şey, güçlü ülkeler ahlaki ve etik bir duruş sergileyip İsrail'i durdurmadığı sürece, tam olarak bir değişim getirmeyecektir.
"Herhangi bir Müslüman grubu terörist bir grupla bir araya getirerek terörle savaştıkları fikrini satabileceklerini ve İslamofobik korku ve endişeden yararlanarak durdurulamayacak türden orantısız bir şiddet uygulayabileceklerini biliyorlardı."
Gazze’de soykırım devam ederken yaşananları İslamofobi üzerinden okuyacak pek çok söylemle karşı karşıya kaldık. Khaled Beydoun, bu söylemlerin terör retoriği üzerinden sürdürüldüğünü vurgulayarak soykırımın savunucusu ve destekçilerinin savaşın dilini İslamofobi üzerinden belirlediklerinden söz etti. Hamas'ı “terörist” olarak adlandırmalarından Filistin halkını “geri kalmış, vahşi ve medeniyetsiz” olarak nitelendirmelerine kadar hiçbir ideolojik veya entelektüel dayanağı olmayan bu tür söylemler, bu süreçte fazlasıyla görünür oldu. El-Attar da bunu destekleyerek İsrail’in savunduğu ve ana akım medyada paylaşılan “tecavüz hikayeleri” ve “başları kesilmiş 40 bebek” gibi asılsız haberlerin, Filistinlileri insanlık dışı ilan edip aslında tam olarak yapmak istediklerinin temelini oluşturduğundan bahsetti. Beydoun’a göre Netanyahu'nun 7 Ekim'den sonraki retoriği, tam olarak George W. Bush'ın 11 Eylül sonrası retoriği gibiydi. Nitekim herhangi bir Müslüman grubu terörist bir grupla bir araya getirerek terörle savaştıkları fikrini satabileceklerini ve İslamofobik korku ve endişeden yararlanarak durdurulamayacak türden orantısız bir şiddet uygulayabileceklerini biliyorlardı.
Beydoun’a göre bu tam teşekküllü İslamofobiklik, on yıllardır Irak, Afganistan, Pakistan, Somali ve Yemen’de de yapıldığı gibi Müslümanların terörizm ve “teröre karşı savaş” adı altında topluca öldürülmesini meşru göstermenin yegâne aracıdır. İsrail hükümetinin senelerdir Filistin topraklarında sürdürdüğü sistematik şiddet ve işgalin, Gazze’de yaptığı soykırımın dayanağı da budur. Öyle ki ana akımda çoğu zaman yer bile verilmeyen Sudan, Kongo, Doğu Türkistan ve Ruanda’da yapılan soykırımlar da İslamofobinin ve Müslümanları keyfi olarak öldürmelerinin bir sonucudur. Bunlar karşısında aktivizmin alacağı yol ise sadece sesimizi yükseltmek, sosyal medyada bir şeyler paylaşmak veya öfkeli olmaktan ibaret değil; bilgiye, araştırmaya ve maneviyata dayalı olmalıdır. Bu aktivizm biçimi ile tarihimizi, varlığımızı ve hikayelerimizi ortaya koydukça geleceğe yönelik umutlu bir yol katedilebilecektir.