Akademisyenler Anlatıyor: Aksa İçin Ne Yapılmalı?
Kudüs hakkında değerli çalışmaları olan dört akademisyene Filistin’e dair hükümetin ve sivil toplumun yapması gerekenleri sorduk. Değerlendirmeleri ve çözüm önerileri için kıymetli hocalarımıza çok teşekkür ederiz.
Abdulgani Bozkurt (Dr. Öğr. Üyesi, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Uluslararası
İlişkiler Bölümü):
“Blok oluşturmak için ‘Kim var ki?’ dememeli, cesaret edilmeli.”
Öncelikle şunu ifade edeyim: Kudüs’te yaşanan olaylar bu yıla has değil. Hemen hemen her sene özellikle Ramazan ayında İsrail’in bu mütecaviz tavırlarını her zaman görüyoruz. Esasında İsrail bu tavırlarıyla Müslümanların nabzını yokluyor diyebiliriz. Yani esas vuruşu yapmaya hazırlanıyor bir yandan, bir yandan da Müslümanlardan gelen tepkiyi ölçüyor. Bu tepki azaldıkça İsrail daha büyük işgal faaliyetlerine devam edecek. Dolayısıyla Türkiye başta olmak üzere Müslüman coğrafyalarda yaşayan insanların sokaklara çıkması, İsrail’i telin etmesi, zulmü elleriyle engelleyemiyorsa bile lanetlemeleri ve duyurması çok mühim ve kıymetli bir hadise. Bu açıdan STK’lar üzerine düşen görevleri yerlerine getiriyorlar. Fakat şunu ifade etmek lazım: STK’lar ve halk talep eder, icra makamı gereğini yapar. Bu anlamda karşımızdaki gücün bölgedeki önemli güçlerden biri olduğunun ve küresel bağlantılarının da farkındalığıyla özellikle bu konuda hassas olan devletlerin bir blok oluşturulması lazım.
Blok oluşturulurken “Kim var ki, bütün Arap ülkeleri zaten işbirlikçi; kiminle oluşturulacak?” diye ifade edilmemeli. Bu noktada cesaret edilmeli. Bölgeye baktığımızda bu işe hazır zaten üç beş tane ülkenin olduğunu görüyoruz. Örnek olarak Türkiye, İran, Lübnan – ki Hizbullah hemen İsrail’in kuzeyine komşudur-, diğer taraftan kendi halkına silah sıkmaktan çekinmeyen Suriye rejiminin fiili olarak savaş halinde olduğu ve işgal altında toprakları bulunan (Golan Tepeleri) Suriye’nin, Irak’ın, Pakistan’ın, Katar’ın bir araya gelmesiyle bir caydırıcı gücün oluşturulduğu bilgisi verilmesinin bile -doğrudan asker göndermek yerine- önemli ölçüde etkili olacağı kanaatindeyim.
Diğer taraftan körfezde hem küresel anlamda ABD ile ilişkileri iyi olan hem de Türkiye ile yakınlığı bulunan ülkeler var. Bu ülkeler de kendi ülkelerinde ABD askerlerinin varlığını sağlarken ABD’den de İsrail’in -tabiri caizse- tasmasının ipini kısaltmasını talep edecekler. Kimi kastediyorum? Kuveyt, Umman, Katar gibi devletleri. Bu devletler ABD’ye “Bak seninle işbirliği yapıyorum ama İsrail’in bu mütecaviz tavrı katlanılamaz, kabul edilemez bir tavırdır. Dolayısıyla sen gerekeni yapıyorsan yap, yoksa ben safımı belli edeceğim.” diyerek bu bloğun içine çekilmelidir. Dolayısıyla ortaya çıkacak olan sekiz on ülkelik blok, net bir tavırla – askeri harekatı da masada tutmak kaydıyla ve bunu deklare etmek suretiyle- İsrail’in bu tavırlarını ciddi anlamda geri püskürtebilir. Aksi halde icra makamlarından gerekli hamleler gelmedikçe halkın vermiş olduğu tepkiler yetersiz kalacaktır.
Ayrıca bireyler olarak da şunu her daim yapmak lazım: Sadece Kudüs veya Mescid-i Aksa saldırıya uğradığında değil, bu muazzez beldenin 70 yıldır işgal altında olduğu bilinciyle her daim mücadele ve mücahede ruhunu diri tutup özellikle münferit açıdan İsrail’in üretmiş olduğu malları hiçbir şekilde almamak suretiyle oradaki Filistinli kardeşlerimizin şehadetine vesile olacak cephaneye kurşun göndermemek hassasiyetiyle hareket edilmelidir. Bir buçuk-iki milyarlık bir İslam aleminden bahsediyoruz. Bütün Müslümanlar bu hassasiyeti hep birlikte ortaya koyarlarsa İsrail’e giden ekonomik damarların kesilmesine vesile olur kanaatindeyim.
Berdal Aral (Prof. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü):
“Siyasi ambargo, toplumsal bilinç ve kültürel eylem sağlanmalı”
Bence burada hükümet nezdinde yapılması gereken öncelikle şu: Artık sadece kınamakla olmaz bu iş, çok açık olarak harekete geçilmesi gerekiyor. Mesela bunlardan bir tanesi İslam İşbirliği Teşkilatı bünyesinde karar çıkarılabilir: İsrail’e karşı toplu ambargo. Zaten aslında İslam İşbirliği Teşkilatı’nın geçmişte buna ilişkin kararları vardı fakat bu karar son yıllarda iyice gevşedi. Türkiye de zaten ambargonun hiçbir zaman bir parçası olmadı. Dolayısıyla Türkiye’nin de müdahil olması gereken, İsrail’e karşı her anlamda (siyasi, askeri, ekonomik, kültürel, sosyal) külli ambargo uygulanması gerekiyor.
İkinci olarak Türkiye’den şunu yapmasını bekliyorum: Birlemiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden iyi bir karar çıkma ihtimali yok çünkü ABD İsrail’i destekliyor fakat mesela Genel Kurul’dan ambargo kararı çıkarılabilir. Genel Kurul’un “barış için birleşme” kararı var. Bu karar çerçevesinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu isterse İsrail’e karşı her türlü ambargo kararı almayı tavsiye edebilir.
Üçüncü olarak bölgeye “Barış Gücü” askerlerinin gönderilmesini Türkiye destekleyebilir. Sanıyorum hükümetin aklında böyle bir şey var gibi, Rusya’yla ve birtakım başka ülkelerle görüşmeler yapılıyor. İsrail’in Filistinlilere yeniden saldırmasını engellemek amacıyla bu bölgeye Barış Gücü gönderilmesi mümkün olabilir. Buna tabii ki İsrail karşı çıkacaktır ama Genel Kurul’un böyle bir tavsiye kararı varsa, Barış Gücü göndermek isterse gönderebilir. Mesela 1950’de Kore Savaşı sırasında Türkiye, ABD’nin yanında askerlerini Kore’ye gönderirken Genel Kurul kararı çerçevesinde göndermişti. Türkiye gibi 15 ülke vardı böyle. Demek ki bu da düşünülebilir. İslam dünyasının bunu desteklemesi gerekir. Arap Birliği’nin de zaten geçmişte İsrail’e karşı bir ambargo kararı vardı. Bu ambargo yeniden tazelenip kapsamı genişletilerek çok sıkı bir şekilde uygulanabilir.
Bunun dışında Filistin’e her türlü desteği vermesi gerekiyor İslam dünyasının. Görüyorsunuz, Filistinliler kendi ürettikleri çok basit roketlerle mücadele ediyorlar. Unutmayalım ki Filistin bir devlettir şu anda. Her devletin de meşru müdafaa hakkı var. Dolayısıyla İslam ülkelerinin, başta Türkiye olmak üzere her türlü askeri desteği vermesi gerekiyor.
Peki sivil toplumun yapması gereken nedir? Öncelikle Filistin meselesini çok iyi anlamamız lazım bizim. Demagoji ile, hamasetle bu iş olmaz. Bunun dışında STK bazında da Filistin’e her türlü desteği vermemiz lazım. Yani finansal, manevi, akademik, entelektüel, kültürel destek…
Bunun dışında mutlaka sivil toplum örgütleri olarak, siyasetçiler ve güç sahibi olan diğer kurumlar nezdinde mutlaka Filistin davası için oturup siyasetçilerle görüşüp onların politikalarını etkilemeye çalışmaları gerek. Yani bu pasifliği, bu korkaklığı, bu pısırıklığı artık yenmek ve mutlaka harekete geçmek gerekiyor. O yüzden sivil toplum örgütleri sadece Filistinlilere yardım yapmakla yetinemez. Yardım da çok önemli tabii ki, gerekli. Devam edecek bu ve etmeli. Fakat aynı zamanda toplumun bu konudaki bilincini artırmaları gerekiyor. Daha çok okumak, daha çok anlamak; bu konuda akademik, entelektüel faaliyetlerde bulunmak, kitap yayınlamak, filmler göstermek… Mesela bir sürü insanın oturup Filistin’le ilgili film çekmesi lazım Türkiye’de. Tiyatro oyunları olması lazım. Bunun kamuoyuna mâl olması gerekiyor.
Hüseyin Mercan (Doç. Dr., Marmara Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü) :
"Uluslararası kamuoyu ile işbirliği şart."
Öncelikle meseleye yaklaşırken aklı selimi kesinlikle göz ardı etmemek lazım. Çünkü asıl kriz zamanlarında şüphesiz hem hükümet düzeyinde hem de sivil toplum düzeyinde aklı selim ile hareket etmek -özellikle yanlış bilgilendirmelerden ve yanlış okuma biçimlerinden uzak durarak- sahadaki gelişmeleri dikkatli bir şekilde takip edebilmek gerekiyor. Çünkü altını çizerek vurgulamak istiyorum ki karşımızdaki devlet hukuk tanımayan ve uluslararası baskılara da uzun yıllar direnç göstermeyi bir alışkanlık haline getirmiş bir yapıda. Bu yönüyle son zamanlarda dikkatimi çeken hususlardan bir tanesi özellikle sivil toplum nezdinde yükselen sloganların büyük oranda İsrail’e yönelik olması. Ama mevzu sadece İsrail ile alakalı değil. Bu bağlamda gerek hükümet zemininde gerek sivil toplum zemininde uluslararası toplumun harekete geçirilmesi noktasında daha somut öneriler ortaya koyabilmemiz gerekiyor.
Bu kapsamda atılabilecek adımları üç temel başlık altında ifade etmek istiyorum.
Birincisi gerek hükümet gerek sivil toplum çerçevesinde uluslararası toplumu harekete geçirmek gerekiyor. Özellikle ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma ve elçiliğini orada bulundurma kararının değiştirilmesi noktasında uluslararası toplumda yeni bir propagandanın başlatılması gerekiyor. Bu anlamda ABD elçiliğini tekrar Tel Aviv’e taşımadığı ve İsrail’in Kudüs üzerindeki egemenlik hakkını tanıdığı sürece İsrail asla geri adım atmayacaktır. Hukuk dışı, insanlık dışı, vicdan dışı yaklaşımına; genişleme faaliyetine ve kutsallara saldıran tavrına devam edecektir. Bu anlamda en öncelikle yapılması gereken şeylerden bir tanesi ABD’nin kararının değiştirilmesi noktasında bir hamlenin hayata geçirilmesidir.
İkinci husus İsrail’de siyonist olmayan gruplarla ve ekiplerle diyaloğun açılması ve kurulması, böylece siyonist yönetime karşı içerden de oluşan tepkileri daha da güçlü bir hale getirip siyonist yönetimi değiştirme noktasında yeni bağlamlar oluşturulması gerekiyor. Şunu göz ardı etmememiz lazım: İsrail bütüncül bir ülke değil. İsrail’deki bütün siyasi gruplar, kurumlar siyonist değiller. Bu anlamda İsrail içerisinde ciddi bir muhalefet de söz konusu. Burada öncelikle akademi ve sivil toplum dünyasının İsrail’deki muhalif -siyonist olmayan- entelektüellerle, siyasal partilerle ve oluşumlarla, STK’larla irtibatını daha da artırması ve bu anlamda siyonist yönetime karşı yürütülen stratejide mevzi kazanılması gerekmektedir. Çünkü toptan bir İsrail karşıtlığı bizim oradaki siyonist olmayan muhalif gruplarla da aramıza mesafe konulmasını beraberinde getirmektedir.
Üçüncü durum ise şudur: Trump’ın aldığı karar sonrası İstanbul’da İslam İşbirliği Teşkilatı bir araya gelmişti ve bu anlamda Kudüs’te büyükelçilik açılması konusunda ortak bir karar alınmıştı. Bu çerçevede yapılması gereken husus sivil toplum kuruluşlarının -özellikle önümüzdeki günlerde İsrail’in atacağı olası bir geri adım veya geri çekilmeyle beraber- tekrar evlerine dönmeleri değil, aksine 2017 yılında İİT’nın acil toplantısında İstanbul’da alınan karar çerçevesinde başta Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmak üzere o kararda imzası olan bütün devletlerin Kudüs’te elçiliklerini açma noktasında daha hızlı bir şekilde hareket etmelerini sağlamaları gerekmektedir. Uluslararası toplumu bu anlamda harekete geçirme noktasında daha ciddi bir talebe gidilmesi lazım. En azından kısa vadede bugün karşılaştığımız işgal genişletme girişimine, saldırgan tutuma karşı sivil toplum çerçevesinde yapılabilecek en önemli adımların bu olduğunu düşünüyorum.
Hükümet zeminine geldiğimizde ise elbette hükümetin şu an itibariyle Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Dönem Başkanı Volkan Bozkır’ın orada bulunmasında da istifade ederek BM Genel Kurulu – çünkü BM Güvenlik Konseyi’nde ABD’nin veto verme ihtimali yüksek olduğu için yaptırım kararı alınması çok daha zor olabilir- mekanizmalarını harekete geçirerek ve yine farklı uluslararası örgütleri, toplulukları ve uluslararası sistemin önemli güçlerini Filistin noktasında çok daha ciddi bir şekilde -yani kınamanın ötesine geçerek- destek vermeye davet etmesi gerekiyor.
Filistin’e özellikle Gazze’ye bir yardımın veya desteğin ulaşabilmesi için iki temel kapı var. Biri Mısır, biri İsrail. Bu anlamda özellikle son dönemlerdeki Türkiye-Mısır ilişkilerine baktığımızda da hükümetin İsrail’e karşı yaptırım alabilmesi, uygulayabilmesi ve Filistinlilere destek verebilmesi için Mısır’la ilişkileri mümkün mertebe iyileştirmesi ve böylece artık Refah Kapısı’nın da ciddi bir şekilde kullanılmasının yolunun açılması gerekiyor.
Kudüs’le alakalı son olarak şunu ifade etmemiz lazım. Kudüs, İsrail gibi bir devletin tekeline bırakılamayacak kutsal bir alan. Bu anlamda Müslümanların Harem-i Şerif’ine dokunulmaması gerekiyor. Vatikan başta olmak üzere bütün Hristiyan dünyanın, ABD’deki siyonist karşıtı Yahudi grupların ve bütün İslam dünyasının liderlerinin, dini otoritelerinin bir araya gelmiş olduğu bir uluslararası toplantıyla Kudüs’ün mevcut statüsünün devam etmesi, Harem-i Şerif’in statüsünün korunması ve Doğu Kudüs’ün Filistinlilerin olduğu gerçeğinin tüm dünyaya ifade edilmesinin İsrail’in saldırgan tutumunun meşruiyetinin azaltılması için önemli bir hamle olacağını düşünüyorum.
Hüseyin Önal (Avukat):
"Yaptırımlar devreye sokulmalı."
Filistinliler, 1917’de gerçekleşen İngiliz işgalinden itibaren toprakları üzerindeki egemenlik haklarından hiçbir zaman feragat etmemiş gerek İngiliz manda idaresine gerekse İsrail işgaline rıza göstermemişlerdir. 1948 ve 1967 Savaşlarının akabinde gelinen noktada Kudüs’ün tamamını işgal eden İsrail; Kudüs’te yerleşimci sayısının mütemadiyen arttırılması, Filistinlilerin evlerinin yıkımı, zorla kamulaştırmalar, olağanüstü vergilerle ekonomik olarak yıldırma çalışmaları, Mescid-i Aksa’da egemen otorite gibi davranarak statükoyu ihlal eden fiilleri, katliamlar yapan Yahudi yerleşimcilerin ve İsrail askerlerinin cezalandırılmaması gibi işgal hukukuna ve insan hakları hukukuna aykırı eylemler Kudüs’te sistematik bir şekilde ve belli bir gruba yönelik olarak uygulanmaktadır.
Özellikle Altı Gün Savaşları sonrasında Batılı devletler ile; 2015 sonrasında ise Körfez devletleri ile William Cleveland’ın tabiriyle “derinleşen bir özel ilişki” tesis eden İsrail’in açıkça apartheid/ırk ayrımcılığı teşkil eden fiillerine, zulümlerine ve gasplarına karşı dünyanın tutumu on yıllardır apaçık ortadadır. Diğer taraftan kuruluş amacı Filistin halkını desteklemek ve başkenti Kudüs olacak bir devlet kurulması için gerekli imkânları sağlamak olan İslam İşbirliği Teşkilatı ve bu misyonu “by-pass” edilmiştir. Bu yönüyle İslam dünyasının mevcut siyasi ve askeri durumu göz önüne alındığında başta Türkiye olmak üzere İsrail’in işgal ve gasplarına karşı olan tüm devletlerin Kudüs ve Filistin topraklarına yönelik işgali sebebiyle İsrail’e yönelik sert ekonomik, askeri ve siyasi yaptırımlar ile ambargoları devreye sokması; bu yönde uluslararası gayret göstermesi en hızlı adım olarak durmaktadır.
Yine bu konuda ülkemizde bulunan sivil toplum kuruluşlarına düşen en önemli vazife Kudüs ve Filistin meselesine ilişkin hamasetten uzak faaliyetler ile farkındalık ve bilinci arttırmak; özellikle devlet düzeyinde ekonomik yaptırım uygulanmaması halinde ise BDS (Boykot, Tecrit, Yaptırım) faaliyetlerine yoğun ağırlık verecek çalışmalarda bulunmaktır.
***
Editör notu: Bu söyleşi 13 Mayıs 2021 tarihinde İLKE Analiz'de yayımlanmıştır.