Göçmen Bavulundaki Mutfaklar: Sosyolojik Perspektiften Göç ve Yemek İlişkisi
“İstanbul’a göç ettikten sonra aynı yemekleri yiyoruz, günlük hayatımda da pek bir şey değişmedi, ailemle birlikteyim ama yine de aynı tadı alamıyorum çünkü evden uzaktayız.” Bu cümleler, Suriye’deki savaştan kaçarak 2019 yılında Şam’dan İstanbul’a göç eden Ahmet’e ait. Fatih’te ikamet eden Ahmet, Suriye usulü döner satan bir restoranda şube müdürü olarak çalışıyor. Konuştuğu dil, dinlediği müzik, çalıştığı iş, içinde bulunduğu sosyal çevre, yediği yemekler neredeyse Suriye’deki ile tamamen aynı, fakat aldığı tat aynı değil. Peki, neden? Göçmenler yemekle nasıl bir bağ kuruyor ve göç sürecinin bu bağlarda nasıl bir dönüştürücü etkisi var? Burada başlangıç noktası olarak yemek ve tat arasındaki ayrıma bakabiliriz. Bu ayrımda yemeğin kültürel anlamda kazandığı sembolik ve simgesel değerler, tat duygusunu salt biyolojik veya fizyolojik bir eylem olmaktan çıkarır. Özetle, aynı yemekten aynı tadı alamıyor oluşun sadece yüzeysel veya çevresel etmenlerle açıklanamayacak sosyolojik ve kültürel bir karşılığı vardır. Göç süreciyle birlikte değişen sosyokültürel ortam içerisinde bu sosyolojik tat olgusunda da birtakım dönüşümler meydana gelir. Bu dönüşümler, yalnızca göç eden değil göç alan toplumları da derinden etkiler.
Yemek Ortak Kimlik İnşa Eder mi?
Göç ve yemek arasındaki ilişkiye sosyolojik bir perspektiften bakıldığında öncelikli olarak yemekle aidiyet ve kimlik arasındaki güçlü bağlantı dikkat çeker. Tıpkı dil, müzik, giyim-kuşam, mimari, dinî ritüeller gibi unsurlarda gördüğümüz gibi, kültürel ve toplumsal bir simge olarak yemek ve mutfak pratikleri, göçmen kimliklerinin inşasında ve aidiyet bağında kurucu etkiye sahiptir (Haviland, 1999, s. 42-53). Bir mekâna veya gruba ait olma duygusunun derinden sarsıldığı göç sonrası süreçte yemekle kurulan bağ, çoğunlukla bir direniş mekanizması gibi işler. Türkiye’deki gerek uluslararası alandaki farklı göçmen toplulukları incelediğimizde göçmenlerin tekil ulusal ve kültürel kimliklerden ziyade daha çoğul ve karma kimliklerle kültürler inşa ettiğini gözlemleriz. Göç sonrasında diaspora toplumları da çoğu zaman kendi içlerindeki etnik, dinî, bireysel farklılıkları göz ardı ederek ortak yeme-içme kültürleri üzerine yeni bağdaştırıcı bir ortak kimlik inşa etme yoluna gidiyor (Gasparetti, 2012). Yeni aidiyet pratiklerinin örüldüğü bu inşa sürecinde bilhassa geleneksel değer atfedilen yemekler, temel birleştirici unsur olarak işlev görür.
Göç sonrasında diaspora toplumları da çoğu zaman kendi içlerindeki etnik, dinî, bireysel farklılıkları göz ardı ederek ortak yeme-içme kültürleri üzerine yeni bağdaştırıcı bir ortak kimlik inşa etme yoluna gidiyor.
Burada aslında yemeklerin kendisinden ziyade o yemeklerin tüketiliyor olmasının ve ortak tüketim şekillerinin bir kimlik sembolüne dönüştüğünü söylemek daha doğru olur. Çünkü memlekete özgü bir yemeği tüketen kişilerin bir arada veya aynı sofrada olması, göçmenler arasında bir grup aidiyeti ve kültürel sembollere dayalı bir kimlik bilinci oluşmasına sebep olur (Agutter & Ankeny, 2017). Bu süreçte uluslararası göçmenler için bir direnç noktası olan “köken kültüre başvurmak, yeteneklerin ve deneyimlerin zarar gördüğü durumlarda insanlara özsaygılarının devamı için yardımcı” olmaktadır (Castles & Miller, 2008, s. 53). Diğer bir deyişle, yeme-içme pratikleri, göçmenlerin veya mültecilerin göç sonrası sarsılan ruhsal-bilişsel bütünlüğünü ve kaybolma tehlikesi yaşayan değerlerini yeniden inşa etme veya onarma vesilesine dönüşür. Ayrıca mutfak kültürü, göçmenlerde aidiyet ve kimlik odaklı pek çok çalışmada sıklıkla atıfta bulunulan arada kalmışlık duygusuyla mücadele etmenin ve kültürel devamlılığı sağlamanın da önemli aracılarından biridir.
Yemeğin Politikası
Bu anlamda göç, yemek, kimlik ilişkisi kaçınılmaz bir şekilde politik bir karakter de taşır (Fırat, 2024). Özellikle ulus-kültür ideolojileri ve milliyetçi söylemlerin etkin olduğu bağlamlarda göçmen yemeklerine atfedilen siyasî ve ideolojik anlamlar üzerinden pek çok çatışma alanı doğar. Sözgelimi, Avrupa’daki Türk kökenli göçmenlere yönelik aşırı milliyetçi veya İslam karşıtı söylemlerde kebap ve döner gibi göçmen Türk-Müslüman kültürüyle özdeşleşen yemeklerin siyasi propaganda unsuru olarak kullanımına bakabiliriz. Örneğin, 2019’da Yeni Zelanda’nın Christchurch kentindeki cami saldırılarını gerçekleştiren eylemci, Neonazi ideolojileri benimseyen manifesto yayınına ek olarak, Bosna Savaşı’nda Sırp etnik milliyetçiliğinin sembolü haline gelen “Remove Kebab” şarkısını marş olarak kullanmıştır (Akova & Kantar, 2020). Sadece Türklere değil, Afrika’dan veya Asya’dan Avrupa ya da ABD’ye gelen göçmen gruplara karşı da göç kültürlerine özgü unsurlar, özellikle yiyecekler, (örneğin kuskus) sembolleştirilerek çoğu zaman ırkçı, göçmen karşıtı protestolarda kullanılır . Bu ve benzeri örneklerdeki ayrımcı söylem ve politikaların hem devlet-yönetim düzeyinde hem de toplumsal düzeyde çeşitli yansımalarına pek çok örnekte rastlayabiliriz (Tuchler, 2015; Uzunçayır, 2014). Türkiye’de ise Suriyeli mültecilerle özdeşleştirilen falafel bir “mülteci fast-food” temsili olarak Türkiye’de, özellikle İstanbul’da, Suriye kültürünü ve milli kimliği temsil rolünü üstlenmiş görünmektedir (Beylunioğlu, 2023; Alpaslan, 2017).
Türkiye’de ise Suriyeli mültecilerle özdeşleştirilen falafel bir “mülteci fast-food” temsili olarak Türkiye’de, özellikle İstanbul’da, Suriye kültürünü ve milli kimliği temsil rolünü üstlenmiş görünmektedir.
Kültürlerarası Mutfak Etkileşimi
Göç ve yemek ilişkisinde öne çıkan bir diğer önemli husus, yemeğin karşılıklı kültürel etkileşim ve toplumsal bütünleşme açısından taşıdığı işlevleri ilgilendirir. Bu alanda en sık gündeme gelen soru, yemeğin kültürlerarası iletişimde yakınlaştırıcı mı uzaklaştırıcı mı olduğunu irdeler. Mutfak kültürleri, farklı kişi veya toplumlar için ne zaman birleştirici ne zaman ayrıştırıcı olmaktadır? Burada çoğunlukla esas belirleyici, gündelik hayat pratikleriyle her an yeniden üretilen kültür ve kimlik performanslarıdır (Goffman, 2018). Örneğin evde hangi yemeklerin pişirildiği, dışarda yemek yerken seçilen restoranlar, yakın kültüre mensup göçmenlerle birlikte sofralar kurmak, komşularla yemek alışverişi, yabancılarla aynı sofraya otur(ma)mak gibi birtakım mutfak pratikleri, yeni göç kültüründe yemek-aidiyet-entegrasyon alanlarında belirli sınırlara işaret eder.
Mutfak kültürünün muhafazası, aynı anda parçası olunan cemaatin ve kültürün de muhafazası anlamına gelir. Zira modern çağda kültür, toplumlar için “kuşatma altında olan bir kale” gibi benimsenir ve özellikle mülteciler (yabancılar) bu kaleye asla tamamen dahil edilmemesi gereken grupların başında yer alır (Bauman, 2011, s. 67-68). Dolayısıyla yeme-içme pratiklerindeki dönüşüm veya mutfak kültüründe yaşanacak herhangi bir kayıp kültürel aidiyet unsurlarından bir parçanın da kaybı demektir aslında. Bu sebeple kültürel değerler muhafaza edilirken bir yandan da yeni kültürel değerlere/pratiklere karşı bilinçli veya bilinçsizce bir duvar örülür. Göçmen ve alıcı toplumların mutfaklar ve kültürler arası etkileşimde birbirine yönelik tepkileri de yine bu bağlamda düşünebilir.
Mutfak kültürünün muhafazası, aynı anda parçası olunan cemaatin ve kültürün de muhafazası anlamına gelir.
Sözgelimi, Türkiye’nin en büyük göçmen nüfusu olan Suriyeli sığınmacılar örneğine baktığımızda aslında ortak tarihî geçmiş ve coğrafi yakınlık gibi etmenler gereği kültürel benzerliği yüksek olan Türklerin ve Suriyelilerin birbirlerinin mutfak kültürlerine genel olarak önyargıyla yaklaştığını ve farklı lezzetleri denemeye yönelik karşılıklı bir “damak muhafazakarlığı” (Onaran, 2015) geliştirdiklerini görüyoruz (Demirel, 2019; Gürhan, 2018). Ancak kafe-restoranlarda, komşu ortamlarında veya farklı sosyal çevrelerde aynı sofra etrafında bir araya gelen grupları incelediğimizde zaman içinde bu önyargıların kırıldığını ve yemek paylaşımının burada olumlu bir yakınlaştırıcı etkisi olduğunu gözlemliyoruz. Bununla birlikte iki kültür arasındaki dil bariyeri, gastronomik üstünlük iddiası ve özellikle alıcı toplumda yükselerek kimi zaman gastronomik ırkçılık seviyesine ulaşan nefret söylemi gibi faktörlerin etkisi neticesinde yemek, iki toplumu uzaklaştırıcı işlevler de üstlenebilmekte.
Sonuç itibarıyla ister zorunlu ister gönüllü bir biçimde anavatanından ayrılıp başka yere göç eden kişiler, beraberinde yalnızca eşya değil anılarını ve kültürlerini de taşır. O yüzden bazen bir hikâye, bir müzik veya kimi zaman bir yemek tarifi göçmen bavulundaki en kıymetli mülktür aslında. Belirli yemeklerin koku, lezzet gibi farklı duyular ve anılar ile bellekte tuttuğu yer, göç sonrası yeni hayatta bireysel ve toplumsal hafızanın sürekliliğini sağlar. Buna ek olarak, mutfak alanındaki karşılıklı kültürel etkileşimler neticesinde yalnızca göçmenler değil alıcı toplumlar da bir sosyokültürel değişimin öznesi olur. Kimi zaman ayrıştırıcı işlevler üstlenmekle birlikte, yeme-içme pratikleri toplumlar arası kültürel mesafenin azalması ve önyargıların kırılması açısından olumlu bir başlangıç noktası olarak karşımıza çıkar.
Kaynakça
Agutter, K., & Ankeny, R. A. (2017). Food and the challenge to identity for post-war refugee women in Australia. The History of the Family, 22(4), 531-553.
Akova, S., & Kantar, G. (2020). Kültürlerarası iletişim bağlamında nefret söylemi ve Christchurch kenti cami saldırıları örneklemi üzerinden bir söylem analizi. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 20(1), 45-260.
Alpaslan, K. (2017). İstanbul mutfağında yeni moda: Mülteci fast food! www.gazeteduvar.com.tr/hayat/2017/01/31/istanbul-mutfaginda-yeni-moda-multeci-fast-food/ adresinden erişilmiştir.
Bauman, Z., & Bauman, L. (2011). Culture in a liquid modern world. Polity Press.
Beylunioğlu, A. (2023). Politik bir aktör olarak: Falafel. Aposto. https://aposto.com/s/politik-bir-aktor-olarak-falafel adresinden erişilmiştir
Castles S., Miller M. J., Bal B. U. & Akbulut I. (2008). Göçler çağı: Modern dünyada uluslararası göç hareketleri. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Demirel, Ş. R. (2019). Göç mutfağı: Konya’daki Suriyeli göçmenlerin mutfak kültürü (Yüksek Lisans Tezi). Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Ankara.
Gürhan, N. (2018). Migratory kitchen: The example of Syrians in Mardin. Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, 21(2), 86-113.
Fırat, M. (2014). Yemeğin ideolojisi ya da ideolojinin yemeği: Kimlik bağlamında yemek kültürü. Folklor/Edebiyat, 20(80).
Gasparetti, F. (2012). Eating tie bou jenn in Turin: Negotiating differences and building community among Senegalese migrants in Italy. Food and Foodways, 20(3-4), 257-278.
Goffman, E. (2018). Günlük yaşamda benliğin sunumu (Çev. Barış Cezar). İstanbul: Metis Yayınları.
Haviland, W. A. (1999). Cultural anthropology. New York: Harcourt Brace College.
Kuzmany, S. (2011). Almanya ve döner. Bianet Bağımsız İletişim Ağı. Erişim adresi: https://m.bianet.org/bianet/dunya/134161-almanya-ve-doner.
Onaran, B. (2015). Mutfaktarih: Yemeğin politik serüvenleri. İstanbul: İletişim Yayınları.
Tuchler, M. (2015). “Sì alla polenta, no al cous cous”: Food, nationalism, and xenophobia in contemporary Italy (Bitirme tezi). Duke University, Durham.
Uzunçayır, C. (2014). Göçmen karşıtlığından İslamofobiye Avrupa aşırı sağı. Siyasal Bilimler Dergisi, 2(3), 135-152.
Weber, G. A. (2012). Almanya “döner cinayetleri”ni sevmedi. Bianet Bağımsız İletişim Ağı. https://m.bianet.org/bianet/dunya/135552-almanya-doner-cinayetleri-ni-sevmedi adresinden erişilmiştir.
Zeynep Yılmaz Hava
Zeynep Yılmaz Hava, 15 Mayıs 1990 tarihinde İstanbul’da doğdu. 2008 yılında Maltepe Kadir Has Anadolu Lisesi’nden mezun oldu. 2013 yılında Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim bölümünde lisans eğitimini yüksek onur derecesi ile tamamladı. 2017 yılında İ...