
Trump 2.0: Amerikan Orta Doğu Politikası
Trump’ın ikinci kez başkan olduğu dönemde, Suriye’deki devrimle birlikte YPG/PKK tutunamamış, İran ve Rusya’nın etkisi budanmış, İsrail’in hareket alanı daralmış, Türkiye ise bölgenin en güçlü aktörü haline gelmiştir. Trump, bu denklemde Türkiye’nin oluşturduğu düzlemi sıfır maliyetle kabullenmiş, Biden’ın mirasını reddederken hızlı zafer ihtiyacını da karşılamıştır. Gazze ve Ukrayna gibi alanlarda müdahaleci söylemlerle izolasyonist çizgi arasında savrulurken, yalnızca Türkiye-Körfez-Suriye hattında ilerleme kaydedebilmiştir. İsrail’in saldırgan politikalarıyla yaşanan gerilimlere karşın, Körfez liderleriyle yapılan 3.5 trilyon dolarlık anlaşmalar iç politikada “ABD kazanıyor” algısını güçlendirmiştir.
Amerika’nın Orta Doğu politikası; Bush’un Irak’ta bıraktığı enkaz, Obama’nın müdahalesizliği ve Trump’ın ilk döneminin savrulmaları sonrasında Biden’ın tamamen İsrail’in güvenliğine ve YPG/PKK terör örgütünün dokunulmazlığına endekslediği bir noktaya evrilmişti. Bölgede yaşanan iç savaşlar, bölgesel aktörlerin arasındaki gerilimler veya Rusya ve Çin’in artan angajmanı ise tamamen bölgesel aktörlerin sırtına yüklenen birer maliyet olarak karşımıza çıkıyordu. Ancak Trump’ın ikinci kez başkan olduğu bu evrede Suriye’de yaşanan devrimle beraber bambaşka bir fotoğrafla karşı karşıyayız. YPG/PKK’nın tutunamadığı, İran ve Rusya’nın aktörlüğünün budandığı ve İsrail’in hareket alanının daraldığı bu yeni Orta Doğu düzleminde Türkiye ise önceki başkanlarla kurulan gerilim temelli ilişkilerden güçlenerek çıkarak bugün bölgenin en güçlü ülkesi konumuna gelmiştir. Dolayısıyla Trump açısından bölgesel önceliklerin yeniden kalibre edilmesi bir gereklilik halini almıştır. Nitekim Trump’ın Orta Doğu turu, her bir Arap rejimi ile ilişkilerin güçlendirildiği, asimetrik ilişkilerin teyit edildiği ve en önemlisi Suriye’de yeni Şam yönetimine yönelik yaptırımların kaldırılması ile Türkiye’nin bölgesel başat pozisyonunun teyit edildiği bir dizi gelişmeye sahne olmuştur. Her ne kadar Trump açısından Orta Doğu, işlerin önceki başkanlardan farklı ama yolunda gittiği bir alan olsa da farklı bölgelerde aynı dinamizmi görmek mümkün değil.
Trump’ın Orta Doğu turu, her bir Arap rejimi ile ilişkilerin güçlendirildiği, asimetrik ilişkilerin teyit edildiği ve en önemlisi Suriye’de yeni Şam yönetimine yönelik yaptırımların kaldırılması ile Türkiye’nin bölgesel başat pozisyonunun teyit edildiği bir dizi gelişmeye sahne olmuştur.
Ukrayna’da devam eden savaşı bitirmek, Gazze’de İsrail’in soykırımlarına karşı ateşkesi sağlamak, Avrupalıları yönelik yeni tarifeler uygulamak yahut Çin’e yönelik ekonomik bir savaş açmak gibi vaatler ve uygulamalar farklı alanlarda oldukça müdahaleci bir stratejinin sinyallerini vermektedir. Ancak eş zamanlı olarak Trump’ın, ABD’nin elinde bulundurduğu finansal ve askeri gücü başkalarının sorunları için harcamak yerine kaynakların korunmasını önceleyen, yani müdahaleciliğin aksine bir tür izolasyon stratejisini hayata geçirmeye çalışıyor olması, bir savrulma yaratmaktadır. Savrulmanın temelinde, Trump'ın tehditleri ya da çatışmaları sona erdirmek amacıyla tarafları masaya oturmaya zorlayan çabalarının, muhatap alınan ülkeler tarafından esnetilmeye mahkum olması yatmaktadır. Örneğin tarifeler hususunda alınan radikal kararlar karşılığında AB veya Çin’den mütekabiliyet esaslı ama müzakere kanallarını açık tutan karşılıklar görmesi kısa vadede kazanım ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. Gazze ateşkesi örneğinde de Netanyahu yönetiminin soykırımı durdurmayarak ABD’nin çatışmaları bitirme vizyonuna ters düşen tutumu yine Trump’ın sınırlarını test etmektedir. Bir diğer örnek ise Trump’ın 24 saat içinde sonlandırmayı vadettiği Ukrayna savaşında, Rusya ile ABD arasında müzakere kanallarını açık tutarken, bir yandan da Putin’in ateşkes masasına yanaşmaması, aslında benzer şekilde bu savrulmadan beslenen ve aynı zamanda savrulmayı ivmelendiren bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. Diğer bir deyişle, Trump’ın müdahaleci bir mantıkla ortaya koyduğu tehditler ile izolasyonist söylemler aynı anda üretildiğinde, Amerikan gücünün kullanılmayacağı taahhüdü rakiplere hareket alanı tanımaktadır. Dolayısıyla muhatap olunan her ülke veya lider, bu açıklıktan yararlanarak Trump’ın sınırlarını test etmekte ve mevcut pozisyonlarını güçlendirme yolunu seçmektedir. Trump için Körfez-Türkiye-Suriye hattı dışında ilerleme kaydetmediği bir alan görünmemektedir. Peki, bu durumun kökenlerinde ne bulunmaktadır?
Muhatap olunan her ülke veya lider, bu açıklıktan yararlanarak Trump’ın sınırlarını test etmekte ve mevcut pozisyonlarını güçlendirme yolunu seçmektedir.
Posen ve Ross’a göre (1996, s. 5) Amerikan başkanlarının dış politikada uyguladıkları grand strateji geleneklerine bakıldığında dört farklı eğilim öne çıkmaktadır. Bunlar “primacy”, “cooperative security”, “selective engagement” ve “neo-isolationism” olarak sıralanabilir. Soğuk savaş sonrasında göreve gelen başkanlarda ise primacy ve neo-isolationism öne çıkmaktadır. Bunlar Amerika’nın sistemik düzeyde lider pozisyonunun nasıl korunacağı noktasında farklı iki vizyonu temsil eder. Örneğin Başkan Bush’un güç kullanımından çekinmeyen ve tek taraflı dış politika yaklaşımı büyük oranda Amerikan üstünlüğünü mutlak olarak potansiyel rakiplere hissettirmeyi amaçlar. Yani “primacy” olarak kavramsallaştırılabilecek bu strateji ile sistemik düzeyde etki yaratabilecek her krizi, aktörü veya kurumu domine etmek amaçlanır. 2008 yılında ise Barack Obama bugünkü MAGA yaklaşımıyla paralel bir strateji olarak “neo-isolationismi” benimser. Aslında, uzun süren müdahaleci Amerikan dış politikasının tersine, Irak ve Afganistan gibi çatışma alanlarından askerlerin geri çekilmesi, maliyetlerin azaltılması ve güç biriktirilmesi amacını taşımaktadır. Yine burada da bu yaklaşım, Amerika’nın sistemik liderliğini koruyacak önlemler almakla ilgilidir. Diğer bir deyişle, Obama yönetimi dünyanın jandarmalığı rolünü uluslararası kurumlara ve bölgesel aktörlere bırakarak bir yandan içerde güç biriktirirken, öte yandan oluşacak güç boşluğunda bölgesel aktörlerin birbirlerini tükettiği saldırgan bir yaklaşım benimsemektedir (Yalçın, 2015).
Ancak Obama yönetimi, her ne kadar başta bu vaatlerle gelmiş olsa da ikinci başkanlık dönemine kadar Irak’taki askeri varlığı azaltmak bir kenara, angajmanı artırmak zorunda kalmış, Libya’ya bir askeri operasyon yapmış ve aslında Bush’tan miras kalan müdahalecilikten hemen vazgeçememiştir. Tam anlamıyla bir Amerikan izolasyon stratejisi ancak 2013 yılında Suriye iç savaşında kimyasal silah kullanımına karşı ve Ukrayna’da Kırım’ın ilhak edilmesi süreçlerine yönelik hareketsizlik ile kendisini gösterebilmiştir. Pierson’a (1996) göre belirli bir yolda katedilen her mesafe geri dönüşü daha maliyetli hale getirir; “path dependency” olarak tanımlanan bu durum bir devletin istikrarlı şekilde yürüttüğü bir politikadan bir anda vazgeçmesinin zorluğunu vurgular. Dolayısıyla tıpkı Obama’nın ilk döneminde olduğu gibi Trump da kendisinin seçimi kazanmasını sağlayan izolasyonist söylemler ile Biden döneminin mirası olarak tanımlanabilecek bölgesel çatışmalar arasında sıkışmıştır.
Ukrayna ve Gazze gibi çatışma alanlarında Biden yönetiminin ise direkt tanımlanabilen politikaları mevcuttu. Bunları İsrail’in mutlak dokunulmazlığının sağlanması ve Ukrayna’nın savaşma iradesinin muhafaza edilmesi olarak tanımlayabiliriz. Ancak her iki yönelim de krizlerin ve çatışmaların devam etmesi anlamına gelmektedir. Bir tarafta İsrail’in nihai hedeflerine ulaşması, öte tarafta ise Rusya’nın daimi bir bataklıkta kendisini tüketmesi hedeflenmekteydi. Ancak Trump’ın dış politika vizyonu büyük oranda Obama gibi bu krizlerin maliyetini bölgesel aktörlerin sırtına yüklemeyi hedeflese de Obama döneminde olduğu gibi, ABD’yi buralardan tedricen çekmesi gereken zamana sahip değil. Dolayısıyla Trump’ın dış politikayı istediği gibi kurgulayabilmesi, yine ABD’nin yükleneceği Bush benzeri bir müdahaleciliği, yani belli maliyetleri zorunlu kılıyor. Öte yandan iç politikada yürüttüğü izolasyon temelli MAGA propagandası da bu müdahalecilik ile çelişen bir durum yaratıyor. Dolayısıyla Trump’ın primacy ile neo-isolationism arasına sıkışan tutumu, dış politikada net bir yol izlemeyip ülkeyi sürekli olarak bir çıkmazda bırakmaktadır.
Bu ortamda, Trump için Türkiye-Körfez-Suriye hattında işlerin yolunda gitmesi, aslında Suriye Devrimi’nin sağladığı yeni koşullarla ilişkilidir. Devrimin olmadığı bir senaryoda, tıpkı Gazze veya Ukrayna sahalarında olduğu gibi burası da Trump için potansiyel bir patinaj alanı olarak kalacaktı. Ancak Trump’ın Biden sendromundan kurtulmak için ihtiyacı olan müdahaleciliğin gerektirdiği güç kullanımı Suriye devriminde Türkiye’nin sahadaki askeri varlığı ile kendiliğinden sağlanmış oldu. Diğer bir deyişle, güç hiyerarşisinin devrim ile tartışılmaz şekilde dönüştüğü ve potansiyel rakiplerin hepsinin elimine olduğu bu denklemde Trump için yapılması gereken tek şey sıfır maliyetle Türkiye’nin oluşturduğu bu düzlemi kabullenmek oldu. Böylelikle Trump, hem Biden’ın mirasını reddetmiş olurken hem de Suriye’de sağlanacak olan istikrar ve bölgeden Amerikan askerlerini çekme ihtimali ile iç politikada popülizmi besleyecek ve istediği hızlı zafere ulaşmış olacaktı. Bu bağlamda, Trump’ın dış politika vizyonu ile Türkiye’nin bölgesel çıkarları örtüşmektedir.
Trump yönetimi, bölgede İsrail’in tek taraflı ve istikrarsızlık yaratan saldırgan tutumundansa Türkiye’nin istikrar temelli, çok taraflı ve savunmacı reflekslerini tercih etmektedir.
Bu durumdan rahatsız olan aktörler ise şüphesiz İran ve İsrail’dir. Ancak İran’ın budanan asimetrik kabiliyetleri ve yetersiz konvansiyonel kapasitesi Türkiye’yi zarara uğratacak bir durum yaratmayı imkansız hale getiriyor. Ayrıca, İran-Türkiye rekabeti yine Trump’ın da İran’a yönelik hasmane tutumuyla paralellik üretiyor. Öte yandan İsrail’in Suriye topraklarına yönelik emelleri ile Trump’ın bölge vizyonu arasındaki uyuşmazlık da yine Netanyahu ile Trump arasında gerilimi besleyen unsurlardan birisi. Trump’ın canlı yayında Netanyahu’ya yönelik “makul ol” uyarısı da tamamen bununla alakalı. Ayrıca Gazze ateşkesi noktasında da Trump’ın vizyonu ile çelişen İsrail dış politika öncelikleriyle Suriye düzlemindeki açmazları birleştiğinde ise ABD-İsrail hattında bugün ortaya çıkan gerilim kaçınılmaz hale gelmektedir. Sonuç olarak Trump yönetimi, bölgede İsrail’in tek taraflı ve istikrarsızlık yaratan saldırgan tutumundansa Türkiye’nin istikrar temelli, çok taraflı ve savunmacı reflekslerini tercih etmektedir.
Dolayısıyla bu ortamda yapılan Orta Doğu turu her ne kadar başrolünde Körfez ülkeleri var gibi gözükse de esas olarak Türkiye-İsrail-Suriye hattında bölgesel dengeleri yerinden oynatacak sonuçlar üretebilmiştir. Körfez ilişkileri açısından bakıldığında ise Trump’ın bölgede özellikle İbrahim Anlaşmaları ile sağlamaya çalıştığı Arap-İsrail normalleşme sürecinin 7 Ekim sonrasında duraksadığı bilinen bir durum. Bu ortamda Trump tarafından gelecek potansiyel baskı ihtimaline karşın, bu oluşan yeni düzlemde Trump’tan Netanyahu’ya yönelik tepkilerin Körfez-ABD ilişkileri için daha ılımlı bir alan açtığı düşünülebilir. Ayrıca Trump’ın İran’ın nükleer faaliyetlerini engellemek için yürütülen müzakerelerde askeri bir hamleyi de masada tutuyor olması yine Körfez ülkeleri için olumlu gelişmeler olarak görülebilir. Son olarak Trump’ın angaje olduğu birçok alanda içine düştüğü patinaj durumunun özellikle iç politikada ona yarattığı maliyetlerin aşılabilmesi için yine Körfez ülkelerinin araçsal bir yönü olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, Trump’ın bugünkü Orta Doğu vizyonu ile Körfez ülkelerinin öncelikleri açısından bir uyuşma bugün de gözlemlenmektedir. Bu ortamda gerçekleşen bu ziyaretlerde yaklaşık 3.5 trilyon dolarlık yatırım ve ticaret anlaşmaları yapılması Trump’ın içeride ihtiyacı olan “ABD kazanıyor” algısını güçlendirecek gelişmelerdir. Ayrıca Körfez liderlerinin Trump’ı adeta hoş tutmak için birbirleriyle yarışır halde olmaları yine Trump’ın popülaritesini besleyen, yani ABD içindeki pozisyonunu tahkim eden görüntüler olmuştur. Böylelikle hem Trump’ın dış politika vizyonunun omurgasını oluşturan kolay ve hızlı zafer kazanma ihtiyacı karşılanmış hem de bölgede artan Çin etkisinin önünü kesecek şekilde Körfez liderlerinin ABD’ye biatları tazelenmiştir.
Kaynakça
Pierson, P. (1996). The path to European integration: A historical institutionalist analysis. Comparative Political Studies, 29(2). https://doi.org/10.1177/0010414096029002001
Posen, B. R., & Ross, A. L. (1996). Competing visions for U.S. grand strategy. International Security, 21(3), 5–53. https://doi.org/10.2307/2539272
Yalçın, H. B. (2015a). Obama stratejisi ve Orta Doğu. Akademik Orta Doğu, 9(2). Retrieved from http://www.akademikortadogu.com/belge/ortadogu18makale/hasan_b_yalcin.pdf
Muhammet Çağrı Bilir
Dr. Muhammed Çağrı Bilir, Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Görevlisidir. İngiltere’de Leeds Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde “Explaining the European Union’s CSDP Military Operations: European Struggle for Autonomy” ...