6 Soruda Aksa Tufanı Operasyonu ve Filistin Direnişi
7 Ekim'de Hamas'ın başlattığı Aksa Tufanı operasyonuyla birlikte Filistinliler, onlarca yıllardır kendilerini insanlık dramına mahkum eden İsrail'e karşı ayaklandı. Direnişin devam ettiği bu süreçte şehitlerin şehadetlerinin makbul olmasını, yaralıların acil şifa bulmasını Allah'tan niyaz ediyoruz. Bütün kalbimiz ve dualarımızla bu onurlu direnişin sahipleri Filistin halkının yanındayız.
Filistin'deki mevcut durumla ilgili ana akım medyada büyük bir bilgi kirliliği mevcut. Altı temel soruda alanında uzman isimlerle Filistin'i konuştuk. Değerli hocalarımıza katkılarından dolayı çok teşekkür ediyoruz. Berrak bir zihin ve kalple mazlumun yanında durabilmek umuduyla bu söyleşinin okurlarına faydalı olmasını dileriz.
Hamas nedir ve Aksa Tufanı haklı bir operasyon mudur?
Dr. Azzam Tamimi, Filistinli Akademisyen ve Siyasi Aktivist
İslami Direniş Hareketi'nin kısaltması olan Hamas, Aralık 1987'de Filistin ayaklanmasının (İntifada) patlak vermesiyle ortaya çıktı ve Filistin Müslüman Kardeşler örgütünün içinden doğan bir hareketti. Bu dönüşümün nedeni, o dönemdeki Gazze’nin vahim durumuydu. Müslüman Kardeşler; öncelikle dinî eğitim ve toplumsal reforma odaklanan, tabandan gelme büyük bir örgüttü. Hareketin içerisindeki genç nesil, işgal altındaki ülkelerinde her geçen gün daha da kötüye giden koşullardan memnun değildi. Bu sebeple, solcu ve sözde milliyetçi gruplar tarafından düzenlenen sivil itaatsizlik ve diğer direniş biçimlerine katılmaları için liderliğe baskı yapmaya başladılar. 8 Aralık 1987’de Filistinli işçilerin İsrail askerleri tarafından öldürülmesi ise sadece İntifada’nın değil, Müslüman Kardeşlerin Hamas’a dönüşmesinde de tetikleyici bir rol oynadı. Başlangıçta Hamas pasif direniş yollarını deniyordu fakat işgalci İsrail güçleri bu eylemlere karşı daha sert şekilde yanıt verip aktivistlere acımasızca saldırmaya başladıkça genç erkekler, İsrail askerlerine karşı bıçaklı saldırılar planlamaya başladı. Sonunda ise işgal askerlerine yönelik saldırılar düzenlediler. Bu durum, hareketin askerî kanadı olan ve adını İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadelelerinde Filistinlilere katılmak üzere Filistin’e gelen ve İngilizler tarafından 1935’te suikaste uğrayan Suriyeli alim İzzeddin el-Kassam’dan alan, İzzeddin el-Kassam Tugayları’nın doğuşuna işaret ediyordu.
25 Şubat 1994’te (Ramazan ayının 15. gününde) Yahudi yerleşimci Baruch Goldstein, İbrahim Camisi’nde ibadet eden Filistinlileri katlettiğinde Hamas -Batı medyasında intihar saldırısı/bombacılığı olarak bilinen- şehitlik operasyonlarına başvurarak karşılık vermeye başladı. Daha sonra bu taktikten vazgeçildi ve Hamas el yapımı roketler üretmeye başladı. Hareket, modern savaş teknolojisinden faydalanmayı başardı ve kendine dronlar ve diğer araçlarda donatılmış bir silah deposu hazırladı.
7 Ekim 2023’te gerçekleşen son saldırıda diğer şeylerin yanı sıra planörler de kullanıldı. Fakat hareketin İsrail’in elektronik gözetleme sistemlerine sızmadaki ya da bu sistemleri etkisiz hale getirmedeki becerisi oldukça şaşırtıcıydı. Operasyonun gizlilik içerisinde yürütülebilmesi de oldukça şaşırtıcı olan bir diğer husustu. Bu da İsrail istihbaratının aylardır bu operasyon için hazırlanan birliklerin arasına sızamadığını gösteriyor. Gazze Şeridi’nde, İsrail veya Ramallah’taki Filistin yönetimi için çalışan birçok casusa rağmen gerçekleşmiş olması da vurgulanması gereken bir diğer önemli noktadır.
Bizim şu an Filistin’de gördüğümüz şey, 75 yıldır devam eden bir kurtuluş savaşıdır. Bu savaşı, 1948’de Filistin’i işgal ederek ve yerel halkı yerlerinden ederek Siyonistler başlattı. O zamandan beri, Siyonistlerin Filistinlilerin evlerinin kalıntıları üzerinde kurdukları ve İsrail adını verdikleri, devlet; Filistinlilere işkence etmekten ve onlara karşı her türlü savaş suçunu işlemekten geri durmadı. Filistin halkının; Amerikalı işgalciler tarafından terörist olarak adlandırılan Vietnam halkından veya apartheid rejimi ve rejimin Margret Thatcher ve Ronald Reagan gibi destekçileri tarafından terörist olarak adlandırılan Nelson Mandela'dan ya da Fransız sömürge güçleri tarafından terörist olarak adlandırılan Cezayir direniş hareketinden hiçbir farkı yoktur. Eğer bir taraf diğerine zarar veriyorsa mağdurun da buna karşılık vermeye çalışması oldukça doğaldır. Ancak yine de dikkatli olmak gerekir çünkü Siyonist propagandanın Hamas’a atfedilen zulümlerin aslı yoktur. Çocukların öldürüldüğü ve kadınlara tecavüz edildiği iddiaları birer yalandır. Hamas savaşçıları asla bu tür eylemlerde bulunmaz çünkü bunlar İslam’da yasaktır.
Hamas’ın başlattığı Aksa Tufanı ve karşılığında İsrail’in düzenlediği Demir Kılıçlar operasyonları, uluslararası hukuk açısından meşru müdafaa kapsamında sayılır mı?
Doç. Dr. Ali Osman Karaoğlu, Yalova Üniversitesi Milletlerarası Hukuk Anabilim Dalı
1948 yılında İngiltere manda yönetimini terk ederken ortaya çıkan çatışma neticesinde Filistin toprakları fiilen ikiye bölünmüştür. 1949’da çizilen Ateşkes Hattı’na devletler tarafından büyük bir itiraz gelmemiştir. Bu durum 1967’ye kadar böyle sürmüştür. 1967 yılına gelindiğinde, İsrail ile Arap Devletleri arasında cereyan eden meşhur Altı Gün Savaşı neticesinde Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze de İsrail tarafından işgal edilmiştir.
1967 ve sonrasında işgal edilen toprak kazanımlarının geçersiz olduğu birçok BM kararında dile getirilmiştir. Bu anlamda Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze hem BM Güvenlik Konseyi hem de BM Genel Kurulu kararlarında “İşgal Edilmiş Filistin Toprakları” olarak zikredilmektedir. Her ne kadar 2005 yılında İsrail Gazze’den askeri olarak çekilmiş ve Gazze’deki yerleşim birimlerini kaldırmışsa da işgali sonlandırmamıştır. Bu anlamda Gazze’nin karadan, denizden ve havadan abluka altına alınması işgalin kısmen devam ettiği anlamına gelmektedir. Nitekim Uluslararası İnsancıl Hukuk’la ilgili en nitelikli çalışmaları yapan Kızılhaç Örgütü’ne (ICRC) göre de Gazze hala işgal altındadır. Kızılhaç’a göre; her ne kadar İsrail Gazze’de kalıcı bir varlık göstermiyor olsa da kara, hava ve deniz ablukası belirli düzeyde etkin kontrolünün olduğunu göstermekte ve Gazze özelinde de İsrail’in işgalden kaynaklanan yükümlülükleri devam etmektedir. Hamas ve FKÖ arasında siyasi çekişmelerin olması Gazze’yi İşgal Edilmiş Filistin Toprakları dışına çıkarmamaktadır. Filistin’in self-determinasyon hakkı Gazze’yi de kapsamaktadır. Bu anlamda Gazze’nin de facto olarak Hamas tarafından kontrol edilmesi Gazze halkının self-determinasyon hakkını etkilememektedir. Bu hak mevcut İsrail işgaline karşı meşru müdafaa hakkını da içermektedir. Gazze ayrı bir devlet veya ülke değildir.
3314 sayılı “Saldırının Tanımı” başlıklı BM Genel Kurulu kararı hangi fiillerin saldırı sayılacağına örnekler vermiştir. Buna göre:
“…a) Bir Devletin silahlı kuvvetlerinin diğer bir devleti istila etmesi veya ona hücum etmesi veya ne kadar geçici olursa olsun, böyle bir istiladan veya hücumdan ileri gelen herhangi bir askeri işgal veya kuvvet yoluyla başka bir Devletin ülkesinin veya bir bölümünün ilhakı; b) Bir Devletin silahlı kuvvetlerinin, başka bir Devletin ülkesini bombardıman etmesi veya bir Devletin diğer bir Devletin ülkesine karşı herhangi bir şekilde silah kullanması; c) Bir Devletin liman veya kıyılarının diğer bir Devletin silahlı kuvvetleri tarafından abluka altına alınması…” silahlı saldırı olarak kabul edilmektedir.
Bu hüküm self-determinasyon ilkesi çerçevesinde devlet kurma hakkı tanınmış Filistin gibi ülkeler için de geçerlidir. Bu anlamda denebilir ki devam eden işgale karşılık meşru müdafaa hakkı da devam eder. İsrail 1967 yılında Filistin topraklarını işgal etmiş ve işgale son vermemiştir. Taraflar arasında kalıcı barış sağlanana kadar toprakları işgal altında olan Filistin’in, topraklarını geri almak üzere meşru müdafaa hakkı devam etmektedir. Aksa Tufanı veya Demir Kılıçlar operasyonlarını büyük resmin içerisinde düşünmek gerekir. İsrail, 1967’den beri işgale devam ettiği için “saldıran”, Filistin ise buna mukabil “meşru müdafaa yapan” konumdadır. İşgal devam ettiği müddetçe bu sıfatlar devam eder. Meşru müdafaaya cevap meşru müdafaa teşkil etmez. Ancak tüm bu tartışmalardan bağımsız şekilde savaşan tarafların uluslararası insancıl hukuk kurallarına tam olarak uyması ve sivilleri koruması gerekmekte ve operasyonların hukukiliğinden bağımsız şekilde bunları yerine getirmesi gerekmektedir.
7 Ekim’de başlatılan Aksa Tufanı’yla Hamas “sivilleri” mi hedef aldı?
Dr. Tariq Dana, Doha Lisansüstü Çalışmalar Enstitüsü Çatışma & İnsani Araştırmalar Bölüm Başkanı
Öncelikle, Hamas sivilleri hedef almak gibi bir niyetleri olmadığını resmî olarak duyurdu. “Aksa Tufanı” adı verilen operasyon, askerî üsleri hedef almak ve İsrail yerleşimlerini kontrol altına almak için tasarlanmıştı. Al Jazeera’nın Salah Al-Arouri’yle yaptığı son röportaja göre, Kassam savaşçılarına operasyonun daha en başında verilen talimat, savaşta İslami kurallara ve uluslararası savaş hukukuna bağlı kalmaları yönündeydi. Bu kurallar arasında sivillerin, kadınların, çocukların ve yaşlıların öldürülmemesi; sivillere ait mülke zarar verilmemesi ve sadece askerler ve silahlı kişilerle savaşmaya odaklanılması yer alıyor. Al-Arouri’nin ifadelerini doğrulayan; Hamas savaşçılarının sivillere, özellikle de kadın ve çocuklara, zarar vermekten kaçındıkları ve bu kişilerin bölgeden ayrılmalarını kolaylaştırdıkları yönünde birçok video da internette dolaşımdadır.
Ancak Al-Arouri'ye göre, Gazze'yi İsrail'den ayıran elektronik çitin yıkıldığını duyan bazı Gazze sakinleri aceleyle bölgeye girmeye çalıştı ve bu da karmaşaya yol açtı. Bunun sonucunda ise bazı Kassam savaşçıları, bölgedeki güvenlik güçleri ve yerleşim yerlerindeki silahlı kişilerle çatışmaya girmek zorunda kaldı ve bu da sivil kayıplara yol açtı.
İkinci olarak, İsrail'deki "sivil" statüsü, özellikle İsrail vatandaşlarının çoğunun aktif olarak askerlik hizmetinde yer alması nedeniyle oldukça farklı bir statüdür. Bu nedenle, askerî ve sivil statü arasındaki çizgi bulanıklaşmakta ve çatışmaya dahil olan etik ve yasal hususları karmaşık hale getirmektedir. Aktif askeri göreve ek olarak, birçok İsrailli bu hizmet sonrası uzun bir süre yedek kuvvetlerin bir parçası olarak kalmakta, bu da “sivil” veya “savaşçı” olarak sınıflandırılmaları durumunu daha da karmaşıklaştırmaktadır. İsrail toplumu hem kültürel hem de pratik olarak oldukça militarize olmuş haldedir. Ateşli silahların ve askeri teçhizatın kamusal alanlarda her yerde bulunması ve askerî unsurların sivil sektörlerde normalleştirilmesi, “sivil”in ne olduğuna dair geleneksel anlayışa meydan okuyan, tuhaf bir sosyo-politik çerçeve yaratmaktadır.
Batı medyasında ve politika üreten çevrelerde İsraillilerin ve Filistinlilerin yaşamlarına yönelik muameledeki tutarsızlık, özellikle insan haklarının ve sivillerin korunması değerlerini benimseyenler için göze batan bir ikiyüzlülük örneği sunmaktadır. Bu çifte standart, her dürüst insan için son derece rahatsız edicidir ve aslında bir İsraillinin hayatının, yüzlerce Filistinli çocuğun hayatından daha değerli olduğunu öne sürmektedir. Bu problemli bakış açısı, sadece anlatıyı bulandırmakla kalmıyor; aynı zamanda Batı'yı, İsrail'in Gazze'de halen devam etmekte olan sistematik etnik temizlik ve hatta soykırım eylemlerine dahil ediyor ve tüm bunlar rahatsız edici bir şekilde "İsrail'in kendini savunma hakkı" gibi aldatıcı bir başlık altında sunuluyor.
Mevcut çatışmaların akıbeti ne olur? İki devletli bir çözüm yolu ne kadar mümkün?
Sami Hamdi, Jeopolitik Çalışmaları Uzmanı
Şu anda herhangi bir gerilimin azaltılmasının önündeki tek engel Netanyahu. Anketler İsraillilerin 1973'ten bu yana İsrail'e yönelik en büyük tehdidin ortaya çıkmasında kendisinin ve politikalarının olduğunu göstermektedir. Netanyahu istifa etmesi yönünde büyük bir baskı altında ve bu nedenle savaşı uzatmanın kendisine İsrail halkıyla yüzleşmekten kaçınmak için zaman kazandıracağına inanıyor.
Şu anda ateşkes sağlanması için yoğun müzakereler yürütüldüğünü düşünüyorum. ABD, İsrail'in Filistinlileri Sina bölgesine itme çabalarına destek/izin veriyor fakat Mısır sınır kapısını açarak ABD'nin bu çabasına karşı direniyor. Katar ve Türkiye, gerilimi azaltmanın bir başlangıcı olarak rehine takasını müzakere etmek üzere Filistinlilerle temas halinde.
Ancak Netanyahu için sorun şu ki, bu koşullarda bir ateşkes Filistin davasının ölmediği ve canlı olduğu görüşünü pekiştirecektir. Netanyahu, Müslüman devletlerle ilişkilerin Filistinlilerin aleyhine olarak normalleştiği için onların en zayıf oldukları dönemde olduklarına inanıyordu. Ancak herkesin davanın öldüğünü düşündüğü bir dönemde Filistinlilerin 1973'ten bu yana en büyük ayaklanmayı başlatması karşısında küçük duruma düşmüştür.
İki devletli bir çözümün ortaya çıkacağını sanmıyorum. Ancak ilişkilerin normalleşmesinin Filistinlileri muhatap almadan gerçekleşebileceği fikri artık İsrailli müttefikler arasında bile bir seçenek olarak görülmüyor. Bu da Netanyahu ve onun daha fazla toprak ilhak etme planları için büyük bir darbe.
Gazze’ye uluslararası yardımlar ulaşabiliyor mu? İnsani yardımların ulaşabilmesi için uluslararası hukukun nasıl işletilmesi gerekir?
Hüseyin Oruç, İHH Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi
Mısır Dışişleri Bakanlığı, Refah Sınır Kapısı'nın açık tutulduğunu duyurdu. Kuşatma altındaki Gazze Şeridi'ne yönelik uluslararası yardımın Sina Yarımadası'nın kuzeyindeki Al Arish Havaalanı'na yönlendirildi. İsrail ordusu, abluka altındaki Gazze Şeridi'nin Mısır'a açılan Refah Sınır Kapısı çevresini hedef alıp bombaladı. Şu an devletler yardımlarını Mısır’a iletmeye başladı. Türkiye 3 uçağını bugün bölgeye ulaştırdı. Yardımların Gazze’nin iç bölgelerine nasıl ulaştırılacağı henüz belli değil ama insani yardım için Mısır’a sığınacak insanlara burada ilk yardımlar ulaştırılacak. İHH olarak hem Gazze’nin içerisinden hem de dışarıdan yardımlarımızı organize etmeye çalışıyoruz. İnsani yardımların ulaşması noktasında zor bir dönemden geçiyoruz. İsrail’in hedef almadan yer yeri bombalaması insani yardım çalışmalarını çok zorlaştırıyor. Okullar, hastaneler, sağlık merkezleri, üniversiteler bile hedef alınarak bombalanıyor.
İsrail’in Gazze’ye yönelik ablukası, son saldırılar ile beraber büyük bir insani krize sebep oldu. Yalnızca birkaç gün içinde 1.500’den fazla Filistinli hayatını kaybetti, 300.000’den fazla Filistinli yer değiştirmek zorunda kaldı. İsrail, sadece Filistinlileri yerinden etmekle kalmıyor, insanlık tarihi boyunca benzeri görülmemiş uygulamalarla savaş suçları işleyerek insan haklarının en temel ilkelerini dahi ayaklar altına alıyor.
BM raporuna göre Gazze’nin yalnızca iki haftalık su ve gıdası kaldı. İsrail, buna rağmen Gazze’nin suyunu kesiyor ve Gazze’ye ilaç ve gıda girişini yasaklıyor. İsrail, Gazze’nin elektriğini tamamen kesti. Yakıtın tükenme noktasında olduğu Gazze’de hayat karanlığa gömüldü. Saldırılarda hastane ve ambulanslar hedef alındı, sağlık sistemi tamamen çökertildi. Tonlarca bomba atıldı. Sivil ayrımı yapılmadan tüm şehir havadan bombalanıyor. Saldırılarda hayatını kaybedenlerin %60’ı yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşmakta.
İsrailli yetkililer Gazze harekâtında insanların beden sağlığına ağır eza ve cefa çektiren silâhlar kullanmak suretiyle savaş suçu işliyor. İsrailli yetkililer Gazze harekâtında insani yardımları engellemek ve bu yardımları isteyenlerin çalışmalarını önlemek suretiyle savaş suçu işledi. İsrailli yetkililer korunması gereken mekânlara saldırmak(cami-kilise-okullar-hastaneler) ve bu mekânları tahrip etmek suretiyle savaş suçu işledi. İsrailli yetkililer, Gazze halkını göçe zorlamak suretiyle savaş suçu işledi. İsrailli yetkililer Gazze halkının mallarını tahrip etmek suretiyle savaş suçu işledi. Uluslararası Ceza Mahkemesi(UCM), Gazze’de işlenen savaş suçlarını soruşturmanın yanı sıra, İşgal Altındaki Filistin Toprakları’nda süregelen soruşturma kapsamında, insanlığa karşı işlenen apartheid suçunu da değerlendirmelidir.
İsrail, BM’nin bütün kararlarını yok sayarken sadece rapor ya da kınama ile değil, bizzat yaptırım ile İsrail’e karşılık verilmelidir. İsrail bu zamana kadar 1000’den fazla BM çağrısı ve ikazını dinlememiştir. Cenevre Sözleşmesi’ne göre gemi kaldırma ve ulaştırma hakkımız var. BM, bu talepleri doğru değerlendirmelidir.
Şiddeti gittikçe artan bu çatışmalarda; medya organlarından elde edilen yayın ve görüntü verilerine göre; ‘savaş suçları’ işlenmekte, masum insanların mülklerine el konulmakta, yasaklı silah ve bombalar kullanılarak ayrım gözetmeyen saldırılarda bulunulmakta, Filistin halkının su ve elektriği kesilerek ve gıda ile sağlık hizmetlerine erişimleri engellenerek temel insan hakları hiçe sayılmaktadır. Bütün bu fiillerle İsrail uluslararası hukuku ihlal etmektedir. İsrail uluslararası alanda bu savaş suçundan acilen yargılanmalıdır.
İsrail’in Filistin’de işlediği soykırıma karşı dünyadaki uluslararası örgütler neden sessiz kalmaya devam ediyor?
Prof. Dr. Berdal Aral, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Uluslararası toplumun Gazze'de gerçekleşen soykırım konusunda sessiz kalışı aslında olağandışı bir durum değil. Çünkü zaten yıllardır Filistin'in çektiği acı bilindiği, toprakları işgal edildiği, ülkede her türlü insanlık suçu, savaş suçu işlendiği halde bu konuda hiçbir adım atılmadı. En başta Birleşmiş Milletler'in bir karar alması beklenebilir, özellikle örgütün vurucu gücü olan Güvenlik Konseyi bu konuda yetkilendirilmiş bir kurumdur. Güvenlik Konseyi'nin kararları ilke olarak bağlayıcıdır ve isterse bu hususta bir karar alma imkânına sahiptir. Teorik olarak baktığımızda da topyekûn yaptırım kararı alınması gerekir. Fakat bilindiği üzere Güvenlik Konseyi'nin beş sürekli üyesinden biri olan Amerika Birleşik Devletleri, hiçbir şekilde İsrail aleyhtarı herhangi bir kararın almasına izin vermez ve bugüne kadar onlarca karar tasarısını veto etmiştir. Örneğin birkaç gün önce Güvenlik Konseyi, başkanlık açıklamasını tartıştığında ABD, Filistinlilerin kınanmasını istedi ve onları insanlık suçu işleyen bir terör örgütü olarak lanse etmeye çalıştı. Bu karara ise en başta Rusya karşı çıktı ve dolayısıyla böyle bir karar tasarısı, başkanlık kararına dönüşmedi.
Bir başka kurum olarak Birleşmeler Genel Kurulu da henüz devreye girmiş değil. BM Genel Kurulu, uluslararası topluma ilişkin her türlü konuda karar alma yetkisine sahiptir ama kararları bağlayıcı değildir. Geçmişte zaman zaman Filistin sorunuyla ilgili, Filistin halkının self-determinasyon hakkını teyit eden, İsrail işgalini kınayan ya da örneğin Kudüs'ün Yahudileşmesine karşı çıkan birtakım kararlar aldığını biliyoruz ama asıl soru şu, bu kararlar uygulandı mı? Hayır. Dolayısıyla böyle bir açmazla karşı karşıyayız. Birleşmiş Milletler’in asıl kuruluş amacı, soykırımlar ya da küçük ülkelere yönelik birtakım müdahaleleri engellemekten ziyade, aslında büyük güçlerin birbiriyle savaşmasını engellemekti. Ayrıca Birleşmiş Milletler örgütünün içindeki etkili güçlerin, özellikle de sürekli üyelerin ya da Hindistan gibi ülkelerin, büyük çoğunluğunun aslında İslam dünyasıyla sorunları var. Bu ülkeler, İslam dünyasının birleşik bir irade koymasını istemiyorlar.
Bir başka sorun ise, İslam dünyasının küresel düzeyde etkili bir aktörünün olmamasıdır. İslam İşbirliği Teşkilatı, çok etkili bir aktör değil; Rusya veya Çin gibi küresel düzeyde etki doğurabilecek çok güçlü bir Müslüman ülkeden de bahsedemeyiz. Bu sebeple, burada ciddi bir güç boşluğunun bulunduğundan söz etmek gerekir. Öte yandan, hâkim güçlerin tarihî arka planı dikkate almadan, çok kaba bir şekilde yalnızca 67 sonrası dönemden Filistin'e baktıklarını görüyoruz ve İsrail'e karşı bir kararlılık sergilemiyorlar. Aslında bunların çoğu da, benim kanaatime göre, İsrail’in bölgedeki varlığından ciddi bir fayda sağlıyor. Çünkü İsrail’in varlığı İslam dünyasının bütünleşmesini ve kendi içinde daha güçlü bir birlik oluşturmasını engelleyen bir durumdur. Aynı zamanda küresel emperyalist düzende de bir jandarma konumdadır; bu da örneğin Çin'in, Rusya’nın ve Hindistan’ın da menfaatine olan bir durumdur. Ayrıca yine eklemek gerekir ki büyük güçlerin aşağı yukarı hepsinin Müslüman azınlıklarla da problemi vardır. Özellikle de “teröre karşı” savaş açan ABD bunların başında gelmektedir. ABD, 2001'den itibaren resmen İslam dünyasındaki direniş örgütlerini yok etmeye yönelik operasyonlar başlattı. Uzun zamandır da direniş örgütlerinin hepsini de terörist ilan ediyor ve bunlara karşı operasyonlar düzenliyor. Bu yöntemi bugün Çin de benimsemiş durumda; örneğin, Doğu Türkistan'da kimlik ve özgürlük mücadelesi verenler terörist olarak damgalanmaktadır. Hindistan da işgalci bir güç olduğu için aynı argümanı Keşmir özelinde de kullanabiliriz. Dolayısıyla BM, içindeki hâkim güçlerin, ya da örneğini verdiğimiz ülkelerin, Filistin’deki soykırım konusuda İslam dünyasının yanında yer almasını beklemek çok makul gözükmemektedir.
İslam dünyası içinde oluşturulan birtakım teşkilatları konuşacak olursak bunlardan bir tanesi de İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT)’dır. İİT’yle ilgili temel problem, ülkeyi bağlayıcılığı zaten şüpheli birtakım kararlar alması fakat bunların uygulanıp uygulanmayacağının da sürekli muğlak bir mesele olmasıdır. Bu kararların İslam dünyasında uygulanmasıyla ilgili olarak bağlayıcı bir yaptırım mekanizması yok. Ayrıca, İslam İşbirliği Teşkilatı'nı oluşturan devletlerin büyük çoğu kendi haklarını ve menfaatlerini savunmaktan çok uzak bir pozisyonda duruyorlar ve bunların büyük çoğunluğu otoriter, halkına yabancı azınlık rejimleri oluşturuyor. Dolayısıyla pek çoğunun ya ABD'yle ya İngiltere'yle ya Fransa'yla ya da örneğin Rusya'yla çok özel ilişkileri var. Dahası, kendi aralarında da birtakım sorunlar var. Bu sorunları çözmede ve kontrol etmede yeterince başarılı değiller. Dolayısıyla, İslam dünyasına mensup ülkeleri günümüzde çok dağınık durumda. Bu ülkelerin birçoğu zaten İsrail'le normalleşme sürecine girdi ve en son ise Suudi Arabistan da bu sürece girebileceğini ihsas etti. Dolayısıyla İsrail, zaten kendisiyle ilişki kurmak isteyen ve teslimiyeti kabul eden, aciz davranan birtakım rejimlerle normalleşme sürecini zaten başlatmıştı.
Arap Birliği'yle ilgili bahsedeceklerimiz ise aslında İslam İşbirliği Teşkilatı ile ilgili söylenenden çok farklı değil. Burada belki problem daha da derinleşiyor. Arap Birliği 1945'te kurulduğu aslında İslam, Arap dünyasının özelikle sömürgeciliğe karşı mücadelesini güçlendirmek amacıyla ve aynı zamanda siyonizme karşı mücadele için kuruldu. Ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel ve askerî alanda işbirliği ön görmekteydi. 1950'de ortak bir ordu kurmayı planlıyorlardı. Fakat bugüne kadar bu gerçekleşmiş değil. Çünkü hâlâ bugüne kadar birbirlerine çok güvendiklerinden bahsedemeyiz. 2015'te Birleşik Arap Gücü diye bir güç oluşturdular ama bu tek bir komuta altında değil. Yine buradaki amaç anti-emperyal mücadele vermek ya da Filistin davasını desteklemek değildi.
Körfez İşbirliği Konseyi’nden de bahsetmek gerekir. Bu örgüt de 1981'de kuruldu. Körfez ülkesi olan altı üye devlet var. Bir tür gümrük birliği oluşturmaya çalışıyor. Her alanda iş birliği öngörüyorlar. Giderek derinleşen bir entegrasyona sahip. 1980'de bunları küçük Yarımada Kalkan Gücü diye küçük askeri bir güç oluşturdular. Bu gücün de amacı Filistin davasını savunmak ya da anti-emperyalist mücadele vermek değil; aksine, mesela 2011'de Bahreyn'de ki Arap Baharı sürecinde özgürlük ve adalet için sokağa çıkanlara karşı kullanılan bir güç oldu. Başta Suudi Arabistan olmak üzere bu örgütün bazı üyeleri bir araya gelerek buraya yasadışı askeri müdahale bulundu. 2014'te de Suriye'de DAİŞ'e karşı, Batılı hegemon güçlerin güdümündeki sözüm ona insani amaçla düzenlenen müdahalelerine katıldılar.
Gazze'deki soykırım apaçık soykırım işlenmektedir. Çünkü bilerek, isteyerek Siyonist askeri güçler Gazze'deki Filistinliyi yok etmeye çalışıyorlar. Asker, sivil ayrımı gözetmeden yasak silahlar kullanıyorlar. Özellikle sivil yerleşimleri bombalıyorlar, okulları, hastaneleri ve evleri, binaları. Hatta yardım alınmasını engellemeye çalışıyorlar. Soykırım Sözleşmesi'ne göre belli bir insan topluluğunu sırf belli, sırf onlara dininden, kimliğinden, etnik kimliğinden, ulusal kimden dolayı bilerek, isteyerek, kısmen veya tamamen yok etmeye çalışmaktır. İsrail bunu yapıyor çok açık olarak. Çünkü bu korkunç saldırıların arkasındaki hedef Gazze'yi büyük ölçüde boşaltmak ve oradaki insanları mümkün olduğu kadar katletmek. Bu durumda karşısında yapılması gerekenler yapılmıyor maalesef. Güvenlik Konseyi birkaç gün önce toplandı fakat ABD'nin buradaki yaklaşım tarzı Hamas'ı bir terör örgütü olarak damgalamak ve aynı zamanda “bir tür etnik temizlik yaptı” ve “sivilleri katletti” gerekçesiyle bunların kınanması sağlamaktır. Ama bu konuda bir başkanlık kararı çıkmadı. Çünkü buna en başta Rusya gibi bazı önemli ülkeler karşı çıktılar. Genel kurula henüz konu gelmiş değil. Genel BM adına konuşuyor, yapılanları kınıyorlar. Bu soykırıma yönelik olarak “soykırım” diyemiyorlar belki ama yapılanları eleştiriyor ve İsrail'i itidale davet ediyorlar. Yine de şu ana kadar Genel Kurul'un bir kararını en azından ben bulamadım. 2002 yılında Uluslararası Ceza Mahkemesi özellikle insanlığa aykırı suçlar, savaş suçları, soykırım ve barışa karşı suçları incelemek için kuruldu. 2015'te Filistin Devleti Ulusal Uluslar Ceza Mahkemesi üyesi oldu. Mahkeme, İsrail’in Filistin'in bir devlet olmadığı iddiasını reddetti.
Ayrıca Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi'nde 47 devlet var. Bu konsey, Gazze'de yaşanan soykırımla ve işlenen suçlarla ilgili olarak bir soruşturma komisyonu da oluşturmuştur ve komisyon, şu anda komisyon raporunu yazmakla meşgul. Fakat İnsan Hakları Konseyi, Filistin'de soykırım suçu işlendiğini kabul etse bile bu alınan kararın herhangi bağlayıcılığı olmaz; ama en azından uluslararası toplumda ciddi bir ağırlığı olur. İslam İşbirliği Teşkilatı da her ne kadar toplanmış olsa da somut adımlar atmamıştır. Arap Arap Birliği ise her iki tarafı da kınama kararı almıştır. Bundan çıkan sonuç, Arap Birliği'nin İsrail'e karşı herhangi bir şekilde bir yaptırımda bulunmasının söz konusu bile olmadığıdır. Fakat umarız ki Filistinliler daha fazla mağduriyet yaşamadan bu kriz Filistin'in özgürlük mücadelesine katkı sunacak birtakım gelişmelere tanıklık edecektir.