
Müslüman Dünyadan Sesler: Yasir Qadhi
İLKE Vakfı bünyesinde gerçekleştirilen Müslüman Dünyadan Sesler (Voices From Muslim World) başlıklı röportaj serisi küresel sorunlara dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan Müslümanların perspektiflerini yansıtmayı, güncel problemler karşısında üretilen farklı düşüncelerin çeşitliliğini göstermeyi amaçlıyor. Program kapsamında alanında kıymetli çalışmalar yaparak gelecek vadeden, çalışmalarıyla gelecekte adından söz ettirecek isimler ağırlanıyor. Müslüman Dünyadan Sesler programı, geçmişin birikiminden beslenerek yenilikçi bir bakışla mevcudu doğru okuyabilen Müslüman şahsiyetlerin, başta Türkiye’ye ve tüm dünyaya tanıtılmasını hedefleyen bir programdır. Bu bağlamda İslam dünyasının toplumsal sorunları üzerine çalışmalar yürüten akademisyen, siyasetçi, aktivist ve gazeteciler ile röportajlar yapılıyor. Bu röportajlarda Müslüman dünyanın küresel ve toplumsal sorunları üzerine Müslüman entelektüellerin yorumları ve çözüm önerileri aktarılıyor.
Müslüman Dünyadan Sesler programı kapsamında geleneksel İslâmî eğitim çalışmalarını Batı akademisi bünyesinde ele alan nadir araştırmacılardan biri olan Dr. Yasir Qadhi ile Müslüman dünyaya dair bir röportaj gerçekleştirdik. Dr. Yasir Qadhi Teksas’ta bulunan uluslararası bir İslâmî eğitim kurumu olan Mağrip Enstitüsünde (AlMaghrib Institute) Akademik İlişkiler Başkanı olarak görev yapmaktadır.
Dünya genelinde hem Müslüman ülkeler hem de Müslüman topluluklar sıkıntılı süreçlerden geçiyor. Günümüzde Müslüman dünyanın karşı karşıya kaldığı temel problemler nelerdir?
Bu konuya dair düşüncelerimi ifade etmeden önce Müslümanlar olarak imtihan ve musibetlerdeki ilahî hikmetler üzerine düşünmenin önemine değinmek istiyorum. Çünkü bir Müslüman Allah’ın kudretine ve O’nun kudreti dışında bir yaprağın bile kımıldamayacağına iman eder. Dolayısıyla bir Müslüman yaşadığı her şeyin sebepleri üzerine düşünür. İtikadî ve manevî açıdan Allah’ın bizim için en iyi plana sahip olduğuna inanıyoruz. Allah’a olan imanımız bizim için en hayırlı yoldur. Bu yüzden olanlarda hikmetler vardır. Ancak bu statükodan memnun olduğumuz anlamına gelmez bilakis biz uzun vadede sonuçların bizim hayrımıza olacağına inanırız.
Hikmetler konusunda insanlar farklı düşünüyor olabilir ancak ben, bu hikmetlerden en bariz olanının Müslümanların içinde bulundukları toplu gaflet uykusundan uyanmaları olduğunu düşünüyorum.
Son iki kuşağa bakıldığında İslâmî uyanışın küresel olarak yükselişe geçmesi son yüzyıldaki emsalsiz bir hadisedir. Belki de bu uyanış, yaşanan fitneler ve sıkıntıların doğrudan bir sonucudur. Kimse Allah’a isyan etmesin ancak statükodan memnun olmak zorunda değiliz ve statükoyu değiştirmek için çalışmalıyız. Benim görüşüm bu yönde.
Bazı kesimler her şeyi olduğu gibi kabul ettiğimizi ve değişimi kabul etmediğimizi düşünüyorlar. Ben böyle düşünmüyorum. Her şeyin olduğu gibi kabul edildiği ve değişimin reddedildiği yönündeki yaklaşım Siyer’in doğru okunuş biçimi değildir. Dolayısıyla biz “nasıl” sorusundan önce “neden” sorusunu sormalıyız. Bence “neden” sorusunu sormak fitne ve kötü tecrübelerin sebeplerine dair toplumsal bir farkındalık oluşturur. Neden sorusuna verilen cevaplar ulus devletler ve farklı bölünmeler ışığında ümmetin gerçekliğine işaret etmektedir. I. Dünya Savaşından sonra milliyetçi hareketler yükseldi. Temel insanî özgürlüklerini ve onurunu isteyen Filistin hareketleri klasik örneklerden biridir. 50’li, 60’lı ve 70’li yılların trendlerine ve şimdiki trendlere bakın. Bunlar ümmetin yaşadı hadiselerin belirtileridir. Tarihsel olarak 60’lar ve 70’lerde, özellikle 80’lerde laik hareketler yükselmişti. 60’lı ve 70’li yılların başındaki hareketlerin hepsi aşırı milliyetçiydi ancak bunlar başarılı olamadı ve takip ettikleri yolun yanlış olduğunu sonradan idrak ettiler. 80’lerin sonları ve 90’ların başları itibariyle hareketler din temelli gelişti. Her dini hareketi her yönüyle desteklediğim düşünülmesin, vurguladığım nokta hareketlerin psikolojik yapısıdır ve İslâmî hareketler küresel bir ivme kazanmıştır.
Sorunuza çok yönlü bir cevap vermek gerekir. Ümmet I. Dünya Savaşından sonra meydana gelen bölünmüşlükte kendisini, devletlerin sebep olduğu siyasi ve ekonomik kriz içinde buldu. Ümmet şu anda parçalanmıştır. Ve bu konudaki farkındalıkları artmıştır.
Bunun önemli bir faktör olduğunu düşünüyorum. Ayrıca işin manevi boyutuna da inanıyorum.
Aldığımız eğitim dünya görüşümüzü şekillendirir. Aldığım eğitimin gereği olarak şunu söylemeliyim ki ümmetin yaşadığı sorunların sebeplerinden biri Müslümanların İslâmî kimliklerini çok uzun süre birincil kimlikleri olarak telakki etmemeleridir. İslâm kimliği hep ikincil veya üçüncül kimlikleri olarak kalmıştır. Bu durum ümmetin genel statüsüne zarar vermektedir. Örneğin ben bir Amerikalıyım, benim ailem ve etnik kökenim ise Pakistan’a dayanıyor. Bunların hepsi benim kimliğim fakat asıl kimliğim Müslümanlığımdır. Müslüman kimliğini diğer kimliklerimin üstünde tutmam gerekir. İslâm’ı birincil kimliğimiz olarak koruyup memleketimizi, ülkemizi, devletimizi Müslüman kimliği ile bağlantılı olarak taşırsak bütün paradigma değişebilir.
Siyer, akaid ve Kur’an ilimleri alanında uzmansınız. İslâm’ın siyasi sistemi üzerine birçok çalışma yürüttüğünüzü biliyoruz. Müslüman dünyada entelektüel bilgi ve entelektüel gelişim bir durağanlık halindedir. İslâm’ın siyasal sistemine dair konular da bu durağanlığın örneklerinden biridir. Ulus devletten bahsettiniz, bu konuyu biraz daha açabilir misiniz? Ve İslâm’ın siyasal sistemine dair düşüncelerinizden bahseder misiniz?
Bu tür soruları çok önemli buluyorum. Böyle soruları cevaplamak oldukça zor. Sorunuz klasik düşüncenin yani şeriatın siyasete bakış açısıyla ilgilidir. Pragmatik olarak modern dünyayla ilgilenir, politik ve ekonomik sistemin bir amaca ulaşması için çalışır. Dolayısıyla bu tür derin ve çok boyutlu sorular, eğitimi ne olursa olsun bir kişi tarafından basitçe cevaplanamaz. Bu tür sorulara dair çözümler sunmanın en iyi yolu farklı alanlardan uzmanlar yetiştirmektir. Modern siyasi sisteme, klasik ve modern uygulamalara ve modern düşünceye dair entelektüeller yetiştirilmelidir.
Tüm bu farklı alanlardaki sınırlı bilgilerime dayanarak naçizane düşüncelerimi paylaşacak olursam bu konuda pragmatist bir bakış açısına sahibim. Pragmatik olmak gerekirse ulus devlet modelinin uygulanabilir ve sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum ancak öngörülebilir bir gelecek için ulus devletle idare ediyoruz. IŞİD gibi ulus devlet karşı alternatiflerin İslâm anlayışını reddediyor ve onların modelini tercih etmiyoruz. Ulus devlet sürdürülebilir bir model değil ancak birdenbire değişmesi de mümkün değil. Ben gerçeklikle yüzleşme fikrindeyim. Mesela hepimiz pasaport sahibiyiz yani seyahat edebileceğimiz yerlerle sınırlıyız. Pasaportumuza dayanarak ne yapabiliriz? Bu gerçeklerle yüzleşelim. Şu anda bu gerçeklerle neler yapabiliriz?
Dünyayı temel olarak Müslüman çoğunluk ve Müslüman azınlık diye ikiye ayırıyorum. Pakistanlı Müslümanların yapması gereken Amerikalı Müslümanların yapması gerekenden çok farklıdır. Meseleye pragmatik ve gerçekçi olarak yaklaşıyorum. Pakistanlı Müslümanlara ne yapması gerektiğini söylemek benim vazifem değil. Çünkü Batı’da doğup büyüdüm ve kendi çevreme daha çok aşinayım. Kendimi azınlık olarak yaşayan çevremle sorumlu hissediyorum. Nihai hedefimizin öncelikle kendimiz, ailemiz ve çocuklarımız için dini korumak ve daha sonrasında dini yaymak olduğunu düşünüyorum. Birçok insan dini yaymanın birincil hedef olduğunu düşünüyor. Bence bu doğru değil. Dini yayma siyaset izin vermediği sürece engellenir. Mekke’deki dini yayılmaya müsaade edilmediğinde Peygamber Efendimiz (s.a.v) kamusal olarak dini tebliğ yapmadı. 1900’lerde Sovyetler Birliği Müslümanların dini yaşamasına izin vermedi ancak Müslümanlar yine de kendilerini korumak zorundaydı. Bundan dolayı Müslüman azınlıklar için nihai hedef inancı korumak, imkân olduğu ölçüde tebliğ ve davette bulunmaktır. Vatandaşlar olarak bulunduğumuz ülkeler ve dünya için en iyi şeyleri yapmak için gayret etmemiz gerekmektedir. Örneğin Suriye, Doğu Türkistan ve Filistin meseleleri için kampanyalar düzenlemek ve kamuoyunu bilinçlendirmek olabilir. Yaşadığımız topraklarda bu gibi pek çok şey yapılabilir.
Müslümanlar İslâm ahlâkını en iyi şekilde yansıtmalıdır. En ideale ulaşamasalar bile elimizden geldiği kadarını yapmak zorundayız. Ütopya diye bir şey yoktur. Şeriatın tamamı uygulamak mümkün değilse kısmi olarak uygulanmasından yanayım. Bazıları bunu reddediyor ve anlamsız olduğunu söylüyor, bu onların dünya görüşü. Bazıları ise ulus devlette şeriatın bir kopyasının uygulanabileceği görüşünde. Birçok İslâmî parti de bunu hedeflemektedir. Tunus buna örnek verilebilir.
İslâm’ın esaslarından uzaklaşmadan İslâmî bir partide ne kadar taviz verilebilir? O kadar pragmatik olup ne kadar İslâmî bir parti olarak kalınabilir? Yani bu bir örnek olay ve beraberinde çok zor olan felsefî soruları da gündeme getiriyor. “Kapıyı sonuna kadar açarsanız kapının bir anlamız kalmaz” diye klasik bir argüman vardır. Bu argüman ılımlığı önlemek için bir araç olarak kullanılır. Eğer reformdan yanaysanız ve kapıyı açarsanız her şey mümkün olur. Tunus gibi örnekler derin tartışmaları gündeme getirir. Belki de partilerin muhalefete karşı pragmatik düzeydeki tavizleri yeterince iyi bir şey değildi.
Farz edelim ki Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülkede alkole izin verildi, bu durumda içki içenleri cezalandırmadan içkiyi yasaklama şansınız olur mu? Eğer ideale ulaşmak istiyorsanız sizi hadleri doğru bir şekilde uygulamıyorsanız diye eleştirecekler. Başka bir yaklaşımsa “pragmatik olmak isterseniz bir şeyler yapılabilir ve hiç yoktan iyidir” diyebilir. Ben bu iki görüş arasında ikincisine meyilliyim. Muhtemelen, bir ulus devlette şeriatı kısmî olarak uygulamaya çalışmanın ne anlamı var diye eleştirenler olacaktır. Diğer röportajlarımda da ifade ettiğim gibi, ulus devlet paradigması bizi şeriatın bazı yönlerinden taviz vermeye zorlayacak ancak bu şeriatla ilgili bir kusur olduğunda değil; ulus devlet modelinin şeriat modelinden çok farklı olmasıyla alakalıdır. Eğer şeriatın belirli yönlerini uygulayacak olursanız diğerlerinden vazgeçmek zorunda kalacaksınız. Ya Müslüman çoğunluklu bir toplumda şeriatın değerlerini yansıtan ancak başka sistemler mümkün olana kadar şeriatın tam olarak uygulanmasına imkan vermeyeceğini bildiğiniz reformlar getireceksiniz ya da bundan vazgeçip bazı hareketlerin yaptığı gibi tam teşekküllü hilafet çağrısında bulunacaksınız.
Müslüman pragmatistleri ve idealistleri birbirine düşman olarak algılamak problemli bir yaklaşım. Müslüman pragmatistler kalpleri ümmet ile beraber olan ve iyi şeyler yapmaya çalışan insanlardır. Hoşlanmadığım ve hiç takdir etmediğim şey idealistlerin pragmatik olmaya çalışan, gerçekçi dünya görüşüne sahip Müslüman kesimleri düşman olarak görmesidir. Bu ümmete genel olarak zarar veren bir yaklaşımdır. Sözleri Allah’ı ve elçisini, şeriatını seven, dine bağlı olan Müslümanlara yöneliktir. Onlar – idealistler- Allah’a ve elçisine inanmayan, şeriatı umursamayanlardan gelen tehditleri bile görmezden gelebiliyorlar. Bir araya gelelim ve karşılıklı olarak görüşlerimizi paylaşalım. Ya da herkes ne yapmak istiyorsa onu ne yapsın ve Allah çabaları boşa çıkarmasın. Benim bu meseleye olan tavrım bu yönde.
Konuşmalarınızdan hareketle Müslüman toplumlarda din temelli bir diriliş ışığı gördüğünüzü söylemek mümkün. Fakat içinde yaşadığımız sistem muhaliflere göre hem yerel hem de küresel ölçekte esnek olmasına rağmen kabul edilebilir değil. Peki buna rağmen nasıl bu ışığı görüyorsunuz?
Çünkü benim politik alanda kastettiğim form bu değil. Ben öncelikle ferdî olarak ümmetin manevî dirilişine odaklanıyorum. Hamdolsun ki ümmetin çoğunluğu şeriat ve sünnetle ilgileniyor. Benim için nihai hedef bu. Kastım şeriatın temel amacı olan siyasi olarak bağımsız bir İslami kanun ve kaideler meselesi değil. Temel amaç Allah'a inanmak, Allah'a ibadet etmek ve kişinin kendi hayatında mümkün olduğunca şeriatı yaşamasıdır. Kişinin kendi hayatını mümkün olduğu kadar düzeltmeli. Bundan önce kolektif bir siyasi sistemin kurulmasını isteme taraftarı değilim şimdilik. Bir kişi ne yapabilir; ki uygulanabilir olan budur. Bu yüzden gerçekçi olmalıyız. İstanbul'da yaşayan ve Amerika’da yaşayan biri toplamda iki birey olarak küresel ölçekte ne yapabilir? Bu ümmetin siyasetini çok az etkileyebilir ancak kendi aileniz, arkadaşlarınız, komşularınız, toplumunuzla yapacaklarınızın etkisi büyük olacaktır. Pragmatik gerçeklik konusuna geri dönecek olursak, neden gerçekten etki edebileceğimiz şeyleri yapmak varken sıfır etkisi olacak şeyler düşünelim? Bu yüzden tekrar söylüyorum, bana göre her bireyin önceliği kişinin kendi imanını ve Allah ile olan ilişkisini en üst düzeye çıkarması olmalıdır. Daha sonra içinde bulunduğu çevre için bir şeyler yapmalıdır. Eğer bunlar yapılırsa bu çağda Allah’ın izniyle Müslümanların iman ve takva açısından güçlendiği göreceğiz.
Öncelikle Allah’a olan imanı ve İslâm ahlakını güçlendirmek gerekir. Benim siyeri okuyuş tarzım böyle. Evet, politik olarak İslâmî bir düzen olmalıdır. Ancak İslâmî olarak kurulmuş bir düzen içinde yaşayan herkesin cennete gideceğini garantilenemez. Bireysel olarak cenneti kazanmak için İslâm’ın politik düzenin kurulmasını beklemeye ihtiyacımız yok.
Hayatı olabildiğince ahlakî ve şeriata uygun olarak yaşamak, ibadetleri yerine getirmek ve iyi bir insan olmak için gayret etmeliyiz. Liderler ve düşünürler de yaşanabilir bir dünya kurmak için çalışmalıdır.
Gayrı Müslim ülkelerde yaşayan azınlık Müslümanlardan bahsetmek istiyoruz. Müslüman azınlıkların karşılaştığı entelektüel tartışmalarından biri muhafazakâr gelenekçilik ve modernizm taraftarları arasındaki mücadeledir. Modernizmin İslâm’la olan ilişkisinden ne anladığınızdan ve modernizmin İslâm’la bağdaşıp bağdaşmadığından bahsedebilir misiniz?
Muhafazakarlık, liberalizm ve modernizm. Bunların hepsi karmaşık ve muğlak terimlerdir. Bundan dolayı bu terimleri ifade eden herkes bunlardan ne anladığını ifade etmelidir. Benim bu kavramlara bakış açım modern dünyanın modern meselelerini yeniden düşünmemiz gerektiğini işaret eder. Namaz ve abdest gibi meseleler, üzerine yeniden düşünmemizi gerektiren şeyler değildir. Örneğin, üzerine yeniden düşünmemizi gerektiren meselelerden biri, modern devlette şeriatın uygulanmasıdır. Bu mesele bazı yönleri geleneksel bazı yönleri ise yeni olan bir meseledir. Şeriatın bize müsaade ettiği yerlerde yeniden düşünmek gerekir. Fakat bu noktaların tespitini ulema yapabilir. Şeriatın bize nerelerde izin verdiği ulemanın bir araya gelip topluca düşünmesini gerektiren meselelerdendir.
Ben kendimi geleneğe son derece saygı duyan ve geleneğin olmasa olmaz olduğunu düşünen biri olarak görmekteyim. Ancak gelenek kendi kendisini her zaman günceller, şekillendirir ve biz şeriat parametreleri içinde nelerin değişebileceğini nelerin değişemeyeceğini görebiliriz. Bundan dolayı ben ılımlı reformun savunucusuyum. Bazıları bunu şeriatı reddetmek olarak algılıyorlar. Bilakis bu şeriatın yeniden uygulanması ve canlandırılmasıdır. Geleneğe her zaman saygı duyan ve ona bağlı olan biri olarak geleneğin kendi içinde bir moderniteye sahip olduğunu düşünüyorum.
Ben aynı zamanda liberalizmi de eleştiriyorum. Çünkü liberalizm her bireyin kendisi için doğru olanı belirlemesini ister. Liberalizm nefsi vurgular; İslam ise narsist bir din değildir.
Liberalizmin nefse olan vurgusuna değindiniz. Liberalizm ve laiklik bağlamında konuştuğumuzda, bir toplumu ya da bireyleri yönetmesi gereken Tanrı tarafından tanımlanmış bir yasanın gerekli olup olmadığını rasyonel olarak nasıl açıklayabiliriz? İslâm’ın özgürlükleri sınırlandırdığı sorusuna rasyonel olarak nasıl cevap verebiliriz?
İslâm’ın tanımını Allah’a teslimiyettir. İslâm ifadesi aslında Allah’ın bizim üzerimizde tam hakkı olduğuna ve yapacaklarımız hakkında O’nun karar vereceğine iman etmektir. Hz. İbrahim’in gördüğü rüyadan sonra Allah’ın emrine teslimiyeti gibi. Biz gerçek özgürlüğün Allah’a ibadet etmek olduğuna inanıyoruz. Çünkü bu hayattaki nihai amacımız Allah’ın rızasına muvafık olmak ve o manevî lezzete erişmektir.
Batılıların özgürlük tanımı, genel olarak ifade edecek olursak, kişinin iç benliğinin istediğini yapmasına izin verilmesidir. Bu ruhun yozlaşmasıdır, özgürlüğü değil. Hayvani eğilimlerin insanı ele geçirmesidir. Allah Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki “Eğer hak onların arzularına göre olsaydı göklerde ve yerde bulunanların hepsi kaosa, fitneye ve fesada uğrardı.” Şu anda olanlara baktığımızda gördüğümüz şey tam olarak bu. Aile değeri yok edildi. Cinsiyetin ve ahlakın temel gerçekliği bile alt üst olmuş durumda. Bunlar birer domino etkisi olarak gerçekleşiyor. Bundan dolayı İslâm bizi kendi egomuzdan kurtarmak ve ulvi bir amacımız olduğunu anlamamızı sağlamak için geldi.