
Müslüman Nüfusa Karşı Güvenlikleştirme
Türkiye Araştırmaları Vakfı Başkan Yrd. Prof. Dr. Enes Bayraklı ile yaptığımız röportaj çalışmasını sizlerle paylaşıyoruz.
• Batı’da devletler, İslam’ı ya da Müslüman varlığını bir “güvenlik meselesi” olarak nasıl inşa ediyor?
Güvenlikleştirme siyaseti, devletlerin herhangi bir meseleyi normal siyaset alanından alıp güvenlik alanına taşımasıyla gerçekleşmektedir. Bu şekilde alınacak olan olağanüstü önlemler meşrulaştırılmakta, alınacak önlemlerin hedef kitlesi kriminalize edilmekte ve bu güvenlikleştirme siyaseti hedef alınan kitlenin susturulması, tehdit edilmesi, disipline edilmesi için bir araç olarak kullanılmaktadır.
Batı'da bugün Müslümanların varlığı ve Müslümanları ilgilendiren birçok mesele güvenlikleştirilmiş durumdadır. Bu güvenlikleştirme siyasetinde “terörle mücadele” ve “radikalleşme ile mücadele” söylemleri kullanılmaktadır. Özellikle İslam'ın terörle, şiddetle ve radikalleşme ile özdeşleştirilmesi sonucunda bu güvenlikleştirme siyaseti, politikaları ve önlemleri meşrulaştırılıp normalleştirilmektedir.
Özellikle 11 Eylül sonrası ABD'nin “terörle savaş” konsepti çerçevesinde Avrupa'da Müslümanların, ABD’den neşet eden bu terörle mücadele stratejisi doğrultusunda daha hızlı bir şekilde çerçevelendiğini görüyoruz. Müslümanların özgürlüklerini, dini özgürlüklerini ve dini pratiklerini hedef alan birçok yasa, kademeli olarak Avrupa’da hayata geçirilmiş, parlamentolardan geçirilerek yasalaştırılmıştır.
İslamofobik söylemin Batı'da yaygınlaşmasının temelinde Oryantalist imajlar, İslam’a yönelik Oryantalist bakışlar ve tarihsel önyargılar belirleyici olmuştur. Özellikle Soğuk Savaş'ın sona ermesi sonrasında “yeni düşman” ve “yeni öteki” arayışı çerçevesinde İslam ve Müslümanlar, Batı medyasında ve Batılı siyasetçiler eliyle hızla problematize edilmiş, kriminalize edilmiş ve bir güvenlik problemi olarak gösterilmiştir.
Dolayısıyla bugün Avrupa'da Müslümanların toplumsal hayatını ilgilendiren cami yapımı, kreş açılması, okulların kurulması, helal et kesimi, sünnet gibi dini pratiklerin hepsi normal tartışma alanından çıkarılarak güvenlik alanına taşınmıştır. Müslümanları ayrımcılığa maruz bırakan ve diğer dini topluluklara uygulanmayan uygulamaların Müslümanlara yöneltilmesi, bu güvenlikleştirme siyaseti üzerinden normalleştirilmiş bir “çifte standartlar rejimi” yaratmıştır. Avrupa'nın birçok seküler devleti, sözde “ulusal İslam” ya da “Avrupa İslamı” projeleri çerçevesinde İslamiyetin ve Müslüman toplumların teolojik tartışmalarına karışmayı kendilerinde bir hak olarak görmeye başlamıştır. Bu tür tartışmalar ne Hristiyanlık ne de Yahudilik için yapılmazken, bugün İslam ile ilgili olarak normalleştirilmesinin temelinde bu güvenlikleştirme siyaseti yatmaktadır.
• Bu güvenlikleştirme sürecinde hangi kavramlar, politikalar veya söylem stratejileri öne çıkıyor?
Bu güvenlikleştirme siyaseti çerçevesinde “güvenliğin sağlanması”, “terörle mücadele”, “radikalleşme ile mücadele”, “toplumsal gettoların oluşmasının engellenmesi” ve “uyum” gibi kavramlar Avrupa’daki devletler tarafından Müslüman toplumlar üzerinde asimilasyoncu bir baskı kurmak amacıyla kullanılmaktadır. Özellikle “radikalleşme ile mücadele” söylemleri çerçevesinde Avrupa’da radikalleşmiş aşırı sağcı veya aşırı solcu gruplar göz ardı edilmekte, bütün radikalleşme tartışması İslamiyet ve Müslümanlar üzerinden yürütülmektedir.
Bu şekilde Müslümanların kurduğu sivil toplum kuruluşları, camiler, dernekler, kreşler ve okullar “sözde radikalleşme merkezleri” olarak yaftalanmaktadır. Bunlara yönelik alınan ekstra önlemler — diğer benzer dini gruplara uygulanmayan önlemler — çifte standartlar yaratarak bu söylemler üzerinden normalleştirilmektedir. Dolayısıyla ulus-devletlerin Müslümanların sivil özgürlüklerine ve insan haklarına yönelik müdahaleleri, bu kısıtlamalar “radikalleşme ile mücadele”, “terörle mücadele” ve “güvenliğin sağlanması” söylemleri üzerinden meşrulaştırılmaktadır.
• Batı’daki bu güvenlikleştirme söylemleri ile Müslüman ülkelerin güvenlik politikaları arasında nasıl bir etkileşim söz konusu?
Batı'daki güvenlikleştirme söylemleri, terörle mücadele ve radikalleşme ile mücadele söylemleri yalnızca Müslüman toplumları değil, Batı dışındaki birçok toplumu da etkilemiştir. Zira Batı'nın söylem üstünlüğü, kavram üretme ve söylemi belirleme gücü, siyasi ve askeri hegemonyası sayesinde bu kavramların ve politikaların bütün dünyaya yayıldığını görüyoruz.
Özellikle Müslüman toplumlarda İslamiyet’e ve Müslümanlara bakışın temelinde, Batı’dan ithal edilen imajlar, kavramlar ve söylemler etkili olmuştur. Buna “self-orientalizm” ya da “yerli İslamofobi” de diyoruz. Bu çerçevede İslam'ın ve Müslümanların radikalleşme, terör, şiddet, geri kalmışlık ve kadına şiddetle özdeşleştirilmesinin temelinde yine Batı’dan ithal edilen kavram dünyası yatmaktadır.
İslam dünyasındaki seküler ve batılılaşmış elitlerin, sözde muhafazakarlaşma ya da dindarlaşmaya karşı duydukları antipati ve uyguladıkları politikaların temelinde de Batı’dan ithal edilmiş stratejiler etkili olmuştur. Aynı zamanda Batı'nın bu politikaların İslam dünyasında uygulanmasında da rol oynadığını, “sorunu kaynağında kurutma” stratejileriyle bu süreci desteklediğini belirtmek gerekir.
Bu çerçevede İslam dünyasında da İslamiyet’in ve Müslümanların en az Batı’daki kadar güvenlikleştirildiğini, bir güvenlik meselesi haline getirildiğini ve bundan kaynaklanan en az Batı’daki kadar radikal bir İslam düşmanlığının ve İslamofobinin Müslüman toplumlara sirayet ettiğini ifade etmemiz gerekir.
• Bu söylemler, Batı’daki Müslüman toplulukların gündelik yaşamında ve vatandaşlık algısında nasıl işlev görüyor?
Bütün bu güvenlikleştirme siyaseti ve söylemler, Batı’da yaşayan Müslüman toplumların ve azınlıkların gündelik hayatını oldukça olumsuz şekilde etkilemektedir. Her şeyden önce Müslümanların sürekli tartışma konusu haline getirilmesi, problematize edilmesi ve medyada Müslümanlarla ilgili sistematik biçimde olumsuz haberlerin yer alması, Müslümanlar üzerinde ağır bir psikolojik baskı oluşturmaktadır.
Bu söylemler, Avrupa’da yaşayan gayrimüslim toplumların Müslümanlara yönelik olumsuz duygular beslemesine ve negatif algıların kökleşmesine yol açmaktadır. İslamofobik siyaset ve güvenlikleştirme politikalarının pratik hayattaki sonucu, Müslümanlara yönelik nefret söylemleri, nefret suçları, ayrımcılık ve hatta terör saldırılarına kadar uzanmaktadır.
Müslümanlar — özellikle görünür şekilde Müslüman olan başörtülü kadınlar veya geleneksel İslami kıyafetler giyen erkekler — sokakta nefret söylemine, nefret suçlarına maruz kalmakta; iş hayatında ve üniversitelerde ayrımcılıkla karşılaşmaktadır.
Bu İslamofobik söylem ve güvenlikleştirme siyaseti üzerine inşa edilen algılar sonucunda Müslümanların dini pratiklerini hedef alan birçok ayrımcı yasa Avrupa gündeminde yer almış ve bir kısmı yasalaşmıştır. Bunlar arasında başörtüsü yasağı, burka yasağı, burkini yasağı, cami yasağı, minare yasağı, sünnet yasağı, helal kesim yasağı ve vatandaşlık süreçlerinde karşı cinsten biriyle tokalaşma zorunluluğu gibi uygulamalar bulunmaktadır.
Özellikle Avrupa’da her geçen yıl yeni bir ülkede Müslümanların dini pratiklerine hedef alan yeni bir tartışmanın başlatılması ve bu tartışmaların kamuoyu olgunlaştıktan sonra yasalaştırılması dikkat çekicidir.
Enes Bayraklı
...