
Trump ve Netanyahu’nun Hezeyanları: Tahakküm Planlarının Çatışmayı Tetikleyen Boyutları
Trump ve Netanyahu’nun politikaları, Batı’nın bölge üzerindeki tahakküm arzusunu yeniden üretmiş, barış söylemleri çatışmayı daha da derinleştirmiştir. “Yüzyılın Anlaşması” başarısız olmuş, Filistin direnişini güçlendirmiştir. İsrail’in saldırıları soykırıma dönüşmüş, küresel düzenin meşruiyetini zedeleyerek yeni krizlerin kapısını aralamıştır.
Bölgedeki devam eden çatışma, tarihe derinlemesine kök salmış olup, Batı’nın hâkimiyet tesis etme girişimleriyle daha da şiddetlenmiştir. Trump’ın “Yüzyılın Anlaşması” ve bunu izleyen politikaları başarısız olmuş, durumu ağırlaştırmış ve yaygın şiddete yol açmıştır. İsrail’in askerî eylemleri, küresel muhalefeti yoğunlaştırmış ve kalıcı barışa ulaşma konusundaki yetersizliğini açığa çıkarmıştır.
Bölgenin Batı ile yaşadığı sorun ne 7 Ekim’in ne de Filistin’in işgalinin bir ürünüdür; kökleri yüzyıllar öncesine uzanan ‘ebedi’ bir meseledir. Bununla birlikte, Batı’nın bu çatışmayı kendi lehine kalıcı biçimde sonlandırma girişimi, tarih boyunca şüphesiz biçimde yinelenen bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu bağlamdaki en açık ve belirgin dönüm noktalarından biri, İngiliz General Edmund Allenby’nin 1917’de Osmanlı ordusunu mağlup ederek Kudüs’e girdiğinde sarf ettiği meşhur söz, “Haçlı Seferleri bugün sona erdi,” ifadesidir. Bu beyan yalnızca gelişigüzel bir söz olmaktan ziyade, çatışmayı Doğu ile Batı arasındaki varsayılan bir “medeniyetler çatışması”nın uzantısı olarak gören, derinlere kök salmış sömürgeci bir zihniyeti yansıtmaktaydı.
Neredeyse bir yüzyıl sonra, ABD Başkanı Donald Trump, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile Beyaz Saray’daki görüşmesi sırasında Orta Doğu Barış Planı’nın “3.000 yıldır süren bir çatışmayı sona erdirmeye” geldiğini ilan ederek bu zihniyeti yeniden üretti. Bu beyan, Trump’ın “Mesiyanik Hristiyan” bir çerçeveye yaslandığını ve General Allenby’nin sözleriyle benzer bir sonucu tasavvur ettiğini açığa çıkarmıştır. Buna göre, İsrail’in temsil ettiği Batılı tahakkümün bölge üzerinde ebedi bir hegemonik güç olarak tesis edilmesi hedeflenmekteydi.
Ne var ki, yüzyıllar süren muharebelere rağmen nihayetinde Avrupa’ya yıkım getiren ve bizzat başlatan Batılılar tarafından dahi sahiplenilmekten vazgeçilen Haçlı Seferleri nasıl başarısız olduysa, Trump’ın ilk döneminde ortaya attığı sözde “Yüzyılın Anlaşması” da aynı akıbete uğramış, hatta bunun tam tersi yönde sonuçlar doğurmuştur.
Trump her ne kadar mezkur anlaşmayı Filistin meselesine “nihai çözüm” olarak takdim etmiş olsa da özünde, Batı’nın, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin, İsrail’i tahkim edip bölgenin mutlak hakimi olarak konumlandırma projesini nihayete erdirmeye matuf bir girişimden ibarettir.
Bu üstenci ve hegemonik yaklaşım, 7 Ekim hadiselerinin doğrudan müsebbiplerinden biri hâline gelmiştir. Zira Filistinliler, sömürgeciliğe karşı verdikleri uzun soluklu mücadelenin, yıllara yayılan müzakereler, uluslararası kararlar ve bitmek tükenmeyen iki devletli çözüm vaatleriyle birleşmesine karşın, kendilerine somut bir kazanım sunmadığını idrak etmişlerdir. Kudüs’ü başkent kılan müstakil devletlerini tesis etme yönündeki gerçekçi umutları ise fiilen ortadan kalkmıştır.
Aksa Tufanı Operasyonu, söz konusu siyasal çıkmaza doğrudan bir cevap niteliği taşımış, Trump’ın sözde “Yüzyılın Anlaşması”yla derinleşen krizin bir dışavurumu olarak tezahür etmiştir. Olayların böylesi bir yüzleşme eşiğine ve tam bir siyasi felce sürüklenmesinde birincil sorumluluk Trump’a aittir. Öte yandan, halefi Joe Biden da İsrail’e yönelik benzer yanlı politikaları sürdürmek suretiyle mevcut durumu daha da pekiştirmiştir.
Başkan Trump’ın ikinci teşebbüsü, Gazze’de iki yıl boyunca süregelen ve modern tarihte eşine ender rastlanır ölçekte aralarında binlerce çocuğun bulunduğu can kayıplarına yol açan bir soykırım sürecine evrilmiştir. Soykırımın vahameti, canlı yayınlarda belgelenen katliamlar, literatürde kayda geçen en yüksek çocuk ampütasyonu vakaları ve I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı ile müteakip çatışmaların toplamını aşan gazeteci ölümleri gibi göstergelerle teyit edilmektedir. Bu tablo, İsrail’in artık yalnızca “Filistin meselesi” bağlamında ele alınamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. Mevcut durum, bölgesel ve uluslararası ölçekte derinleşen bir krize dönüşmüştür.
İsrail’in 7 Ekim’den bu yana Gazze’de yürüttüğü soykırım, planlayıcılarının amaçladığı üzere Filistin davasını ortadan kaldırmayı başaramamıştır. Bunun yerine, İsrail’in tecridini artırmış hem içerde hem de uluslararası alanda imajını zayıflatmış ve ekonomisi ile stratejik politikalarına telafisi güç zararlar vermiştir.
Söz konusu savaş, İsrail’in hedeflerine ne askeri ne de siyasi düzlemde ulaşma kapasitesinden yoksun olduğunu göstermiştir. Fiilen elde edilen tek “başarı”, sivillerin katledilmesi, Gazze’nin altyapısının tahribi ve Batı Şeria’daki saldırganlığın tırmandırılmasıyla sınırlıdır. Bu süreç, uluslararası düzenin itibarını da derinden zedelemiştir. Birleşmiş Milletler’e, uluslararası mahkemelere ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne duyulan küresel güveni belirgin biçimde aşındırmıştır. Sonuç itibarıyla, kanlı dünya savaşlarının ardından “medeniyetin alametifarikası” addedilen çifte standartların artık kimse tarafından kabullenilmediği, “orman” metaforuyla anılabilecek bir dünya düzeni tablosu ortaya çıkmıştır.
Trump’ın ilk teşebbüsü nasıl ki bugünkü yüzleşmelere, soykırıma ve bölgede tırmanan çatışmalara kapı araladıysa, ikinci “barış” teşebbüsü de İsrail’i daha derin bir gerilemeye sürükleyecektir. Bu durum, Netanyahu’nun Birleşmiş Milletler’deki konuşmasında açıkça görülmüş olup geri döndürülemez niteliktedir. Söz konusu çöküş dinamiği, Filistinlilerin bu planı kabul edip etmemesinden bağımsız olarak sürecektir; zira planın kendisi, sahadaki başarısızlığın ardından İsrail’in zaferini güvence altına alma, hedeflerine siyasi ve diplomatik yollarla ulaşma çabasından ibarettir.
Trump’ın yeni planı, işgalin daha da derinleşmesini ve Filistin halkının haklarının fiilen silinmesini vaat etmektedir. Bu tür bir yönelim, muhtemelen daha da dehşet verici ve kanlı ölçeklerde yeni bir çatışmayı tetikleyecektir. Planın hayata geçirilmesi, Arap ve İslâm dünyasında ilave parçalanmaları körükleyecek, başarıya ulaşması halinde ise İsrail’i bölgenin “efendisi” olarak tahkim edecektir. Ancak böylesi bir sonuç, kaçınılmaz olarak daha fazla intikam döngüsüne, artan kan dökülmesine ve daha fazla yıkıcı insani sonuçların ortaya çıkmasına yol açacaktır.
Arap ve İslam halkları, söz konusu gerçeği idrak ederek Netanyahu ve Trump’ın projeleriyle angajmanın siyasal pragmatizm değil aksine stratejik bir intihar anlamına geldiğini kavramalıdır. Tarihsel deneyim, İsrail’in öncelikle güç mantığına yanıt verdiğini mükerrer biçimde ortaya koymuştur. Bu teklifler doğrultusunda tavır benimseyen devletlerin stratejik öngörü ve basiretten yoksun hareket ettikleri anlaşılmaktadır. Neticede, İsrail’in sert güç unsurlarıyla doğrudan yüzleşme riskini kapılarında bulabilecekleri ihtimal dahilindedir.
Dr. Mohammad Makram Balawi
Dr. Mohammad Makram Balawi is a Palestinian writer and academic based in Istanbul. He holds a PhD in Postcolonialism from the International Islamic University Malaysia. He serves as the Secretary-General of the League of Parliamentarians for Al Quds ...