Acıyı Görmek ya da Görünmez Hale Getirmek: Sosyal Medyada Felaketin Görsel Temsili ve Çevrimiçi Sansürü Üzerine
“Şahitlik edene ve şahitlik edilene…”
(Burûc 85/3)
Sosyal medya, görsel içeriğin hızla yayılabildiği ve geniş kitlelere ulaşabildiği bir platformdur. Bu nedenle, sosyal medyada paylaşılan görseller, izleyicilerin algılarını ve duygusal tepkilerini büyük ölçüde etkiler. Günümüzde sosyal medya, uzaktaki acıları gözler önüne sererek izleyicilere etik ve politik sorumluluklarını da hatırlatır.
Bugün en güçlü ve en hızlı iletişim araçlarından biri sayılan sosyal medyada özellikle çatışma, felaket ya da insan hakları ihlallerinin yaşandığı bölgelerden gelen görsel içerikler küresel farkındalık yaratmada, bir diğer ifadeyle şahitlik etmede ve edilmede kritik bir rol oynar. Ancak sosyal medya platformlarının yöneticileri bazı süreçlerde, çeşitli nedenlerle ve farklı şekillerdeki sansür uygulamalarıyla bu paylaşımların önüne geçmeyi, olan biteni “görünmez” hale getirmeyi amaçlar. Bu tür paylaşımların sansürlenmesi önemli etik ve politik tartışmaları da beraberinde getirir.
Başkalarının Acılarını “Sosyal Medyadan” Seyretmek
“Yes, and how many times can a man turn his head
and pretend that he just doesn’t see?”
(Blowin’ in the Wind, Bob Dylan)
The Spectatorship of Suffering (2006) adlı kitabında Lilie Chouliaraki, medyanın uzaktaki acıları evlerimize taşıma gücünün izleyicilerin bu acılara karşı nasıl tepki vereceğini ve ne tür bir kamusal sorumluluk hissettireceğini de şekillendirdiğinden söz eder. Bugün sosyal medyada acıların estetikleştirilmesi ve dramatik bir şekilde sunulması sosyal medya kullanıcılarının (izleyicilerin), acıya karşı duyarlılığını da belirgin bir şekilde etkilemektedir. Chouliaraki’nin düşüncesinden hareketle, sosyal medyada paylaşılan trajik olayların sürekli tekrarlanmasının izleyicilerde empati yoksunluğu yaratabileceği ve acının pornografisine dönüşebileceği tartışılabilir. Böylesi bir durumda, acının estetik ve dramatik bir şekilde sunulması, izleyicilerin trajediyi tüketim olarak algılamasına neden olabilir ve gerçek acının etkisini zayıflatabilir.
Fotoğraf ve insan hakları ilişkisindekine benzer şekilde, sosyal medyada kullanılan görsellerin kimi zaman insan hakları ihlallerini belgelemek ve kamuoyunu bilinçlendirmek açısından sözcüklerden çok daha keskin, doğrudan, açık ama aynı zamanda manipülatif, bağlamsız ve vahşi bir araç olduğu düşüncesine ilişkin farklı bakış açıları öne sürülebilir. Diğer yandan da başkalarının acılarının sosyal medyadaki seyri, buna şahitlik edilmesi sosyal medyanın sonsuz akışı içinde, sonsuz seyir potansiyeliyle her bir parmak kaydırmasında yenilenir. Bu nedenle de uzaktaki acılar görülecek, tüketilecek milyonlarca içerikten birine dönüşme riski taşır. Bu sonu gelmeyen akışta en kişisel, en özel -adını dahi bilmediğimiz insanlara ait- görüntüler dönüp durur. Mesafenin ve saygının birdenbire ortadan kalktığı, tiksinme, küçük görme, utanç, öfke, acıma gibi farklı duyguların ortaya çıktığı bu anlarda kamusallığın en temel yapı taşlarından biri de ortadan kayboluyor: “Saygı”.
Byung-Chul Han’a göre saygı göstermeyi, bakmaktan ayıran şey mesafedir ve mesafe ile saygının olmadığı bir toplum “skandal toplumu”na doğru ilerler (2024, s. 12). Sosyal medyada ise mesafe oldukça bulanıktır zira sürekli bir gözetleme ve gözetlenmeye koşullanmış bu platformlarda özel ve kamusalın, kişisel ve toplumsal olanın birbirine karıştığını görürüz. Öyle ki herkese açık bir hesapta paylaşılan herhangi bir görselin bir anda (ve elbette birçok sebeple) tepki alması durumunda insanlar bazen bunu “kamuya açmasaydın, paylaşmasaydın, bunu yaptıysan eleştirileri de kabul edeceksin” ifadeleriyle mesafesizliğe bir gerekçe olarak gösterir.
Dijital iletişim, “Anında duygusal boşalmayı mümkün kılar. Üstelik kendi zamansallığı dolayısıyla analog iletişimden daha fazla duygulanım aktarır. Dijital ortam bu bağlamda bir etkilenim/duygulanım ortamıdır” (Han, 2024, s. 13). Sosyal medya, kişisel ve kamusal, yakın ve uzak arasındaki çizgileri bulanıklaştıran sonsuz bir içerik akışı sağlayarak bunu güçlendirir. İsrail-Filistin çatışmasına dair sosyal medyada verilen tepkiler bunu iyi bir şekilde göstermektedir. Kullanıcılar aynı platformda barışçıl protestolar, acımasız şiddet ve duygusal çağrıların bir karışımıyla karşılaşıyor. Bu da empatinin kolayca röntgenci bir tüketim biçimine ya da yüzeysel bir aktivizme dönüşebildiği kaotik bir ortam yaratıyor. Luc Boltanski’nin (1999, s. 3-7) “acıma siyaseti” (the politics of pity) eleştirisi burada önem kazanıyor. Boltanski’ye göre acıma politikası açısından, acıyı sona erdirmek için alınması gereken acil eylem, adalet düşüncesinden her zaman daha önceliklidir. Bu perspektiften bakıldığında acıyı ortadan kaldırmak için acil eylem ihtiyacı (bugünün bağlamında “ateşkes” ihtiyacı) en öncelikli mesele haline gelir.
Bununla beraber acıma duygusu kimi zaman narsist bir empati biçimine de yol açabilir ve izleyiciler sadece acıyı kabul etmekle yetinmiş olduklarını düşünebilirler. Bu durum, kullanıcıların görseller paylaştığı, destekleyici “hashtag”ler yayınladığı ya da kamusal bir eylemde bulunmadan, temel sorunları basit bir gönderiye indirgemeyle ilişkilendirilen “performatif aktvizim”e dahil oldukları sosyal medya davranışlarında açıkça görülür. Bu tartışmanın en güncel örneği ise 27 Mayıs tarihinde “güvenli alan” olarak bilinen ve yüzlerce sivilin barındığı çadır kentin bombalanması sonrası “All Eyes on Rafah” (Tüm Gözler Refah’ta) hashtagi ve ardından yapay zeka ile üretilen bu görselle karşımıza çıktı:
Sosyal medyada viral olan “Tüm Gözler Refah’ta” görseli.
Yapay zekâ destekli bu viral görsel Instagram’da 40 milyondan fazla kez paylaşıldı. Tozlu bir arazide uçsuz bucaksız bir çadır yığınını tasvir eden görsel, tek bir tıklamayla Instagram hikayelerinde yeniden paylaşılabildi, kullanıcılar hangi arkadaşlarının bu gönderiyi paylaştığını görebildi ve listeye kendi isimlerini ekleyebildi. Söz konusu görselin bu kadar çok paylaşılması ve etkileşim alması beraberinde bazı tartışmaları da getirdi. Örneğin, bu tür bir paylaşımın insanları başkalarının acılarına karşı pasif birer seyirci olarak işaretlediği ve izlemekten başka seçeneklerimizin de olduğunu göz ardı ettiği öne sürüldü. Bu eleştirilerle birlikte şunu da unutmamalı ki acının “görülmesinin” ve “gösterilmesinin” neden önemli olduğu kadar bu konuda ne yapabileceğimiz sorusuna odaklanmak da önemlidir. Ancak bu hiç kolay değildir. Zira Chouliaraki’ye göre kişisel duyguların, dünyayı ve başkalarını algılama ve değerlendirmenin bir ölçütü olduğu bir toplumda yaşıyoruz ve medya da bunu her gün farklı şekillerde yansıtıyor. Medya aracılığıyla “biz”e dair olan duygular, ilişkiler, hikayeler, bedenler, görünüşlerle o kadar meşgul ediliriz ki (Met Gala, Oscar, Cannes, Eurovision, Memorial Day, Şampiyonluk Maçı. vb.) nihayetinde bizden uzak olanın acıları, ihtiyaçları oturma odalarımızdaki seyirlik birer nesneye dönüşüverir. Kendi gündemimizden önümüzü göremeyecek hâle geliriz fakat basit bir gerçek apaçık durur ortada: Eylemlerimiz, insani ihtiyaçları göz ardı edilenlere, bizimle ortak değerleri, düşünceleri, duyguları, hayatları, arzuları paylaşmayanlara yöneldiğinde daha etkilidir. Bunu Foucault’cu bir perspektifle “parrhesia” örneği gösteren protestolarda, dayanışma, destek ve ateşkes çağrılarında da görmek mümkün. Sonuç olarak, sosyal medyada uzaktakilerin acılarını seyrederken, yalnızca acıma duygusunu uyandırmakla kalmayıp, aynı zamanda adalet ve eylem çağrısını da içeren daha kapsamlı ve eleştirel bir yaklaşım benimseme gerekliliği ortaya çıkar.
Görüntünün ve sosyal medyanın belgeleme, kanıtlama, hafıza oluşturmada, hikâye anlatımında kuvvetli ve aktivist bir yönü de vardır. Bu durum özellikle sesi duyulmayanların sesini duyurma çabası olduğunda daha anlamlı hâle gelir.
Susan Sontag, Regarding the Pain of Others (2004) adlı eserinde, uzak acılara tanıklık etmenin modern bir deneyim olduğunu ve bu deneyimin duygusal bir mesafesizlik yarattığını söyler. Bu deneyimin, gazeteciler gibi profesyonel turistlerin sağladığı içeriklerin birikimiyle oluştuğunu belirten Sontag, bu durumu şu şekilde ifade eder: “(…) artık savaşlar hepimizin oturma odalarında sükûnet içinde seyredilip dinlenen görüntü ve seslere dönüşmüş durumdadır. Bunun beraberinde getirdiği olgulardan biri, başka bir yerde gelişen olaylar hakkındaki enformasyonun (ki bu enformasyonun adına “haberler” denmektedir) aslan payının her zaman çatışma ve şiddet görüntülerine ait olduğudur. Tabloid gazetelerin ve yirmi dört saat manşet patlatan haber programlarının baştacı ettikleri düstur şudur: “Kan varsa, iş yapar.” İlginçtir, her türlü sefaletin görüş alanımıza girmesinden itibaren, bu manzaralara vereceğimiz tepkiler de şefkat duyma, hiddete kapılma, içten içe sevinme ya da onaylama arasında gidip gelmektedir” (2004, s. 16). Artık yalnızca gazeteciler gibi profesyonel turistlerin sağladığı içeriklerin birikiminden söz edemeyiz elbette. Bunun en belirgin örneklerinden biri de yurttaş gazeteciliğidir. Lakin yine de Sontag’ın perspektiften bakıldığında asla hafife almamamız gereken fotoğraflar ve videolarla olan ilişkimizin bir parçası da bu görüntülerin her zaman belirli bir duygusal tepki oluşturmak amacıyla sunulduğu meselesidir. Elbette bu durum, sosyal medyada paylaşılan görseller üzerinden, izleyicilerin empati yeteneklerini ve etik sorumluluklarını sorgulamamıza mâni olmaz. Ancak diğer yandan görüntünün ve sosyal medyanın belgeleme, kanıtlama, hafıza oluşturmada, hikâye anlatımında kuvvetli ve aktivist bir yönü de vardır. Bu durum özellikle sesi duyulmayanların sesini duyurma çabası olduğunda daha anlamlı hâle gelir. Edward Said’in de söylediği gibi, kendi tarihini yazabilmek, kendi hikayeni aktarabilmek, bilhassa marjinalize edilen topluluklar için kritik bir role sahiptir. Dolayısıyla bu toplulukların geleceğe bir miras bırakmak için verdiği çaba yalnızca bir direniş değil aynı zamanda bir kimlik ve varoluş mücadelesine döner. Tıpkı Filistinli yazar Esma Ebu Mezied’in de belirttiği gibi, yaşadıkları zulmü ve mücadelelerini dünyayla paylaşmak amacıyla telefonlarına sımsıkı sarılan insanlar için kayıt altına alınan her şey, yalnızca diğer insanların acıma ya da merhamet duygusunu uyandırmak için değil, aynı zamanda bu zulmün belgelenmesi ve tarihe not düşülmesi için de önemlidir. Yazar, “Bizim için yazıyorum, onlar için değil. Telefonlarımıza sımsıkı sarılıyoruz çünkü yaşadıklarımızı belgelemenin, anlatımızın canlı ve bize ait kalmasını sağlamanın önemli olduğunu zor yoldan öğrendik” ifadeleriyle bu durumu açıkça özetler. Ancak kendi tarihini ve anlatısını kurmasına izin verilmeyen toplulukların sesleri yalnızca ana akım medya kuruluşları değil bugün sosyal medya şirketleri tarafından da sessizleştiriliyor, gölge yasaklara maruz kalıyor, susturuluyor ve görünmez hale getiriliyor. Böylece hem başkalarının acılarını seyretmenin yaratacağı toplumsal değişim potansiyeli engellenmiş oluyor hem de görmezden gelmenin, suç ortaklığından sıyrılmanın da bir dayanağı oluşuyor.
Çevrimiçi Sansüre Karşı
“You can ban tiktok, take us out the algorithm
but it’s too late, we've seen the truth, we bear witness”
Hind’s Hall - Macklemore
Facebook, Instagram, Threads ve WhatsApp platformlarını yöneten Meta, Filistin içeriklerine yönelik sistematik sansür uygulamalarıyla dikkat çekti. Geçtiğimiz yıl aralık ayında İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) yayımladığı bir raporla, hâlihazırda pek çok kullanıcının farkında olduğu bir şeyi de doğruladı: “Çevrim içi sansür”.
1050 adet çevrim içi sansür vakası inceleyen araştırmacılar, Meta’nın Filistinli sesleri-içerikleri sistematik olarak sansürlediğini ve bu sansürün “shadow banning” olarak bilinen gölge yasaklarla, içerik kaldırma, hesap askıya alma veya silme, etkileşim kısıtlamaları gibi çeşitli yöntemlerle gerçekleştiğini ortaya koydular. Söz konusu kısıtlama, silme, engelleme gibi müdahaleleri içeren sistematik bir model ortaya çıkaran araştırmacılar, Meta’nın bu tür içerikleri yanlış gerekçelerle kaldığını ve böylece kamuoyunun bilinçlenmesini engellediğini öne sürdüler. Ayrıca, raporun analizini bitirdikten sonra bile kendilerine yüzlerce sansür vakasının daha bildirilmeye devam ettiğini, dolayısıyla vaka sayısının çoktan 1050’yi aştığını da belirttiler. Bu durum, sosyal medya platformlarının bilgi akışını kontrol etme gücünü sorgulamamıza yol açarken bir yandan sosyal medyadaki sansüre karşı farklı direniş taktikleri ve stratejilerinin de ortaya çıkmasına neden oldu. Sosyal medya kullanıcıları ve sivil toplum örgütleri, bu sansür uygulamalarına karşı çeşitli taktik ve stratejiler geliştirerek tepki gösterdiler. Kullanıcılar, algoritmayı kandırmak için kodlu dil kullanma, emoji veya algoritmanın en sevdiği ve ihtiyacı olan şeyi yani yüz görüntülerini paylaşma gibi taktiklerle algoritmayı atlatmaya çalıştılar.
Gazze’deki eylemciler Facebook’un Filistin ile içeriklere yönelik sansürünü protesto ediyor. (Mohammed Asad/APA)
New Internationalist dergisinde yer alan bir haberde, Filistin’le dayanışma paylaşımlarının kısıtlandığından şüphelenen çeşitli sosyal medya kullanıcılarıyla yapılan görüşmeler aktarılmaktadır. Bu kullanıcılar, algoritmayı nasıl kandırdıklarına dair bazı deneyimlerini paylaşmaktadırlar. Örneğin, Filistin kökenli İngiliz gazeteci Hamza Ali Shah, “Diyelim ki futbolla ilgili bir paylaşım yapıyorum, 100'den fazla görüntülenme alıyorum ama Filistin’le ilgili paylaşımlarım 50 ila 70 arasında, özellikle de arka arkaya paylaşımlarsa,” demektedir. Shah, artık Filistin’deki Instagram hikayeleri arasında ilgisiz içerikler paylaştığını ya da sansürden kaçınmak için paylaşımlar arasında 24 saat beklediğini belirtmektedir. Bir diğer taktik ise karpuz emojisi kullanımında göze çarpar. Karpuz emojisi Filistin dayanışmasıyla eş anlamlı hâle gelmiştir. Karpuz görseli, İsrail’in 1967’deki Altı Gün Savaşı sırasında Gazze ve Batı Şeria’da Filistin bayrağının sergilenmesini suç saydığı döneme kadar uzanmaktadır. Filistinliler, bayrakla aynı beyaz, kırmızı, yeşil ve siyah renkleri taşıyan karpuzu yasağı delmek için kullanmaya başlamışlardır ve bugün karpuz emojisi, Meta’nın radarından başarıyla geçmektedir. Son olarak, Instagram algoritmasının yüz içeren paylaşımları artırma eğiliminde olması, yüz paylaşarak algoritmayı atlatma taktiğini de popüler bir yöntem haline gelmiştir. Bu konuda da iklim aktivisti Mikaela Loach, Filistin’le ilgili paylaşımlarında yüzünü göstermenin, Filistin’in kurtuluşuyla doğrudan bağlantılı görsellere kıyasla içeriğin daha geniş bir kitleye ulaşmasına yardımcı olduğunu ifade etmiştir.
Sonuç olarak, sosyal medyada başkalarının acılarının görsel temsilini sansürlemek bir diğer deyişle felaketleri “görünmez” hâle getirme çabası ifade özgürlüğü ve bilgi paylaşımı açısından ciddi sorunlar yaratmaktadır. Bu tür sansürler, çatışma bölgelerindeki insanların yaşadıklarını, seslerini, özetle varoluş ve kimlik mücadelelerini dünya ile paylaşmalarını engeller. Ancak bunu aşmak, gölgede bırakılmaya çalışılsa da gerçeği -James Agee’nin ifadesiyle basitçe “varolanın acımasız aydınlığı”nı (the cruel radience of what is) görmek ve göstermek mümkündür. Tüm bunlarla birlikte, mesele eninde sonunda bu şahitliğin sona ermesini dilemekle bitiyor. Bob Dylan’ın ünlü şarkısında şu sözlerle sorduğu gibi: "Yes 'n' how many deaths will it take till he knows that too many people have died?"
Kaynakça
Human Rights Watch. (2023). Meta’s Broken Promises: Systemic Censorship of Palestine Content on Instagram and Facebook. Erişim adresi: https://www.hrw.org/sites/default/files/media_2023/12/ip_meta1223%20web.pdf
Walton, A. (2024). Social Media Users Are Bypassıng Censorship On Palestine. New Internationalist, Erişim adresi: https://newint.org/social-media-censorship-palestine
Han, B. (2024). Sürünün içinde: Dijital dünyaya bakışlar. Zeynep Sarıkartal (Çev.). İstanbul: İnka Kitap.
Chouliaraki, L. (2006). The spectatorship of suffering. Londra: Sage.
Sontag, Susan (2004). Regarding the pain of others. Londra: Penguin Books.
Ebu Mezied, E (2024). Etrafımızdaki Dehşeti Neden Kaydediyoruz?. Erişim adresi: https://vesaire.org/etrafimizdaki-dehseti-neden-kaydediyoruz/
Aynülhayat Uybadın
2011 yılında Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı üniversitede felsefe ve pedagoji eğitimi aldı. Yüksek lisansını Sakarya Üniversitesi, doktorasını ise “1960’lı ve 1970’li Yıllar Türkiye’sindeki Sinemaya Gitme Deneyimlerini H...