Körfez Monarşileri ve Körfez’deki Yükselen Eğilimler
Körfez monarşileri dendiğinde ilk akla gelen devletle Suudi Arabistan ve onun etrafındaki beş küçük devlettir. Daha formal bir şekilde ifade etmek gerekirse Körfez monarşileri, Körfez İş Birliği Konseyi (KİK) üyesi altı ülke Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Umman ve Kuveyt’ten oluşmaktadır. Bu ülkeler belirli farklılıklar dışında benzer sosyal, siyasal ve ekonomik yapılara sahiptir. Bu noktada, Basra Körfezi’ndeki bu altı Arap monarşisinin en ayırt edici özellikleri şu şekilde sıralanabilir: Bu ülkelerin sahip olduğu devasa hidrokarbon zenginliği, otoriter kalıtsal monarşiye dayanan rejim tipleri ve Suudi Arabistan dışındaki ülkelerin nüfus ve coğrafi açıdan diğer Ortadoğu ülkelerine göre küçüklükleri. Günümüzde bu devletler enerjinin yanı sıra uluslararası güvenlik, yatırım ve eğlence gibi alanlardaki ağırlıkları sebebiyle küresel alanda önemli bir etki alanına sahiptir. Özellikle Suudi Arabistan dışındaki Körfez ülkelerinin literatürde küçük devletler olarak kategorize edildiği göz önüne alındığında bu daha ilginç bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kapsamda, Körfez monarşilerinin büyük oranda hidrokarbon zenginliği merkezli şekillenen uluslararası ilişkileri, siyaseti, sosyolojisi, kimliği ve ekonomisi bu devletleri daha yakından incelemeye değer kılmaktadır. Bu çalışma öncelikle Körfez monarşilerinin anatomisini ortaya koymayı ve daha sonra ise Körfez’deki yükselen yeni eğilimler hakkında kısa bir perspektif sunmayı amaçlamaktadır.
Körfez’e Kısa Bir Bakış
Bu altı ülkenin bugün bilinen haliyle siyasi birer aktör olarak tarih sahnesinde boy göstermesi oldukça modern bir olgudur. Bu olguyu şekillendiren en başat faktörlerden birinin ise bölgenin sahip olduğu doğal kaynaklar olduğu belirtilebilir. Basra Körfezi sahip olduğu coğrafi konum ve büyük oranda petrol ve doğal gaz kaynakları (kanıtlanmış dünya rezervlerinin petrolde %53’üne ve doğal gazda %35’ine sahip) üzerinden dünya ekonomisi ve enerji arzı için stratejik öneme sahiptir. Bölgenin sahip olduğu bu devasa zenginlik 20. yüzyıl itibariyle bölgenin uluslararası ilişkileri, siyaseti ve ekonomisinde belirleyici olmuştur. Öncelikle petrolün varlığı Birleşik Krallık ve ABD gibi küresel aktörlerin bölgesel angajmanını ve müdahilliğini tetiklemiştir (Özev, 2017, ss.165-186). Bu ülkelerin petrol şirketleri çeşitli imtiyaz ve anlaşmalarla bölgedeki petrolün kontrolünü sağlamıştır. “Güvenlik için petrol” (Oil for security) uzlaşısı olarak tanımlanan bu ilişki yapısı uzun yıllar boyunca Körfez’deki monarşilerin rejim güvenliğinin ana bileşenlerinden birini oluşturmuştur (Ghada, 2019). Her ne kadar 1970’li yıllar itibari ile petrol şirketlerinin millileştirilmesi, ve bununla birlikte OPEC’in kurulması ve enerji piyasalarındaki dönüşüm gibi hamleler sonucunda bu ilişki yapısı çeşitli revizeler geçirse de özellikle ABD ve Körfez ülkeleri arasındaki enerji, güvenlik ve ekonomik ilişkilerdeki kompleks yapı mevcudiyetini sürdürmektedir.
Petrolden elde edilen devasa gelirler aynı zamanda Körfez ülkelerinin modern birer devlet olarak kurumsal ve ulus inşasında, rejimlerin çeşitli mekanizmalar ile meşruiyet devşirme stratejilerinde ve bu ülkelerin uluslararası ilişkiler stratejilerinde belirleyici olmuştur (Özev, 2010). Devasa hidrokarbon rezervlerinin sağladığı zenginlik geleneksel kaynakların yanı sıra Körfez monarşilerinin “rantiyer devlet”[2] yapısı üzerinden şekillenen temel meşruiyet kaynağını oluşturmaktadır (Beblawi ve Luciani, 1987). Körfez rejimleri ve halkları arasındaki toplumsal sözleşmenin (social contract) veya Kamrava’nın (2014) ifadesiyle iktidar pazarlığının (ruling bargain) özünü devletin vergilendirmeye gitmeden halka sunduğu geniş refah imkanları ve buna karşın elde ettiği siyasi meşruiyet oluşturmaktadır (Davidson, 2013, ss.49-58). Bu sebeple bu yapının “rejim güvenliği” kavramı etrafında sürdürülmesi Körfez monarşilerinin nihai politika amacı olmuştur (Wright, 2011; Hinnesbusch, 2014). Fakat son dönemlerde aşağıda değinilecek reform arayışları için Körfez ülkelerinde bir takım vergilendirme uygulamaları başlamıştır.
Körfez ülkelerini birleştiren bir diğer ortak unsur ise yine bu rejim güvenliği kavramı etrafında bu ülkelerin nihai güvenlik garantörü olarak bir dış aktöre olan bağımlılıklarıdır. Ortadoğu’da öngörülemeyen ve çoğu zaman devlet dışı aktörler tarafından artırılan yoğun şiddetin yaygınlığı, rejim güvenliği takıntısı ve ulus-üstü aktörlerin rolü gibi sebepler hali hazırda askerî açıdan kendi güvenliğini sağlamada yetersiz olan Körfez devletlerini bir dış güvenlik garantörü aramaya itmiştir. Özellikle iç ve dış tehditleri bir dış aktör ile aynı anda dengelemek anlamına gelen “her yerde dengeleme” (omnibalancing) kavramı Körfez ülkelerinin bu arayışını tanımlamaktadır (Ehteshami, 2013, s.23). 19. yüzyılın ikinci yarısından 1970’li yıllara kadar ki geçen süreçte bu güvenlik şemsiyesi Britanya tarafından sağlanırken daha sonrası süreçte bu rolü ABD üstlenmiştir. Özellikle Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrasında bu ülkeler ABD ile bir dizi askeri güvenlik anlaşmaları imzalayarak ABD’yi bölge güvenlik kompleksinin merkezine yerleştirmiştir (Kamrava, 2018). Nitekim günümüzde de ABD’nin söz konusu bu rolünün Rusya ve Çin gibi küresel aktörler tarafından üstlenilmesi hususu önemli bir tartışma konusudur.
Körfez’in Yükselişi
2000’li yıllar başta Suudi Arabistan, Katar ve BAE olmak üzere Körfez devletlerinin bölgesel ve uluslararası arenada yükseldiği bir dönem olmuştur. Özellikle petrol fiyatlarındaki yükselişin getirdiği devasa sermaye birikimi ve bu birikimin uluslararası yatırım piyasalarındaki ağırlığı Körfez devletlerini etkili birer küresel aktör haline getirmiştir. Buna aynı zamanda bu ülkelerde kademeli olarak yönetimin genç kuşak elitlerin eline geçmesi ve atılan çeşitli ekonomik liberalleşme adımları eşlik etmiştir (Young, 2013, ss.5-8; Ulrichsen, 2012, s.10). Bu süreç aynı zamanda Ortadoğu bölgesel sisteminde de güç merkezinin Körfez lehine değiştiği geçiş ile birlikte ilerlemiştir (Ehteshami, 2013, ss.35-36). 2011 sonrası dönemde bu geçiş daha da belirginleşerek Körfez ülkeleri sahip oldukları ekonomik gücü siyasi güce ve etki alanına dönüştürme çabası içine girmiştir. Mısır ve Suriye gibi bölgenin merkez ülkelerinin ikincil aktörler konumuna düşmesi ve bölgesel güç boşluğu varsayımları altında bu ülkeler bölgesel siyaseti etkilemeye yönelik Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn ve Suriye gibi ülkelerde oldukça müdahaleci ve pro-aktif bir dış politika izlemiştir (Ulrichsen, 2019, s.2017). Körfez ülkelerinin artan bu aktivizmi ilgili literatüründe Jones, Porter ve Valeri (2018) tarafından “Arap Dünyası’nın Körfezleşmesi” (Gulfization of the Arab World) ve Gaub (2015) tarafından “Körfez Anı” (Gulf Moment) şeklinde tanımlanmıştır.
2011 sonrası tüm bölgede etkili olan Arap Ayaklanmaları Körfez monarşilerinde düşük seviyeli olarak etkili olmuştur. Buna karşın olarak buradaki rejimler olaylara ön alıcı bir şekilde halkın refahına katkı için 250 milyar doları bulan ekstra harcamalar yaparak kendi güvenliklerini sağlamaya çalışmıştır (Miller, 2016, s.202). Öte yandan Arap Ayaklanmalarının tetiklediği değişim dalgası ve jeopolitik dönüşüm aynı zamanda Suudi Arabistan, BAE ve Katar üçlüsü için dış politika aktivizmini doğuran farklı fırsat ve tehdit algılamalarını tetiklemiştir. Bu da Katar’ın devrimci ve Suudi Arabistan ve BAE’nin karşı devrimci dış politikalarının birçok ülkede doğrudan çatışmasına sebep olmuştur. Bu çatışan çıkarlar ise 2014-2017 Körfez Krizleri gibi Körfez siyasetinin daha önce hiç tanık olmadığı ölçüde ayrışmasını doğurmuştur (Hüdaverdi, 2020).
Körfez’deki Yeni Eğilimler
Otoriterlik olgusu uzun yıllar boyunca Ortadoğu genelinde ve Körfez özelinde yapılan siyasi tartışmaların ağırlık merkezini oluşturmuştur. Bu kapsamda bölgedeki mevcut otoriter rejimlerin değişen şartlara rağmen gücü koruyarak devamlılığını sağlamasına vurgu yapan otoriter istikrar (authoritarian stability), otoriter dayanıklılık (authoritarian resilience) ve otoriter yükseltme (upgraded authoritarianism) gibi kavramlar öne çıkmıştır (Gause, 2011; Heydemann, 2007). Körfez devletleri de süreç içinde değişen şartlara uyum sağlama noktasında çeşitli adımlar atarak mevcut otoriter rejimlerinin güvenliklerini sağlamaya yönelmiştir. Otoriter yönetim biçimlerinin bu kavramlar etrafında ele alınması temelde klasik Ortadoğu güç dengesinde uzun yıllar etkili olmuş Mısır, Suriye ve Irak gibi ülkeler için geçerliyken, son yıllarda Körfez ülkeleri için de bu literatür artan bir yoğunlukla uygulanmaktadır.
Hidrokarbon kaynakları konusunda artan iç tüketim dinamikleri, genç nüfusun artması, “gönüllü” işsizlik sorunu, ekonomik kaynakların müsrifçe harcanması ve petrol fiyatlarındaki düşüş gibi iç yapısal baskılar Körfez devletlerindeki sosyo-ekonomik düzenin her geçen gün daha fazla altını oymaktadır. Bunun getirdiği rejim güvenliği kaygıları Körfez monarşilerini benzer reform adımları atmaya yönlendirmektedir (Davidson, 2013). Bu noktada petrol sonrası post-rantiyer bir yapıya geçişte bu ülkeler açıkladıkları Vizyon[1] projelerinde öncelikli olarak ekonomilerini çeşitlendirmeyi, ülkelere dış yatırım çekmeyi, vatandaşlarını vergilendirmeyi ve istihdama dahil etmeyi amaçlamaktadır. Ancak, bu kapsamda yapılan sosyal ve ekonomik reformların özünde yine kontrollü bir geçiş süreci ile mevcut rejimlerin devamlılığını sağlamak yer almaktadır.
Bu çerçevede Körfez monarşilerinin Vizyon projeleri altında giriştikleri bu dönüşüm/reform süreci Körfez merkezli bir milliyetçilik anlayışının yükselmesine sebep olmuştur. Bu dönüşümün kontrollü bir şekilde sağlandığı ve rejim güvenliğinin öncelendiği yeni bir meşruiyet ve kimlik formülasyonu etrafında gerçekleştirilecek ulus-bilinci inşası bu ülkelerdeki milliyetçilik temelli politikaların özünü oluşturmaktadır. Bu yeni olgu da agresif yapısı sebebiyle bazı analistler tarafından “hiper-milliyetçilik” (hypernationalism) şeklinde tanımlanmaktadır (Alhussein, 2019; Blumberg, 2020). Körfez rejimleri tarafından beslenen bu yeni milliyetçilik söylemi aynı zamanda mevcut otoriter yapıların değişen şartlara uyarlanarak devamlılığını sağlamasını amaçladığı için otoriter esneklik ve adaptasyon kavramları altında değerlendirilebilir.
Yine benzer kapsamda atılan adımların sonucu olarak Körfez’de yükselen bir diğer eğilim ise dijital otoriterliktir. Dijital teknolojilerin sağladığı kontrol, denetim ve gözetleme mekanizmaları otoriter rejimlere muhaliflerin ve halkın kontrol edilmesi, susturulması ve cezalandırılması noktasında büyük bir yetenek kazandırmaktadır. Bu çerçevede dijital ve teknolojik araçlar kullanarak siyasi rejimlerin halkı kontrol etmesi, baskılaması ve yönlendirmesi gibi otoriter eğilimlere işaret eden “dijital otoriterlik” (digital authoritarianism) kavramı türetilmiştir (Polyakova&Meserole, 2019; Feldstein, 2019). Bu kavram geleneksel baskı araçlarının yanı sıra otoriter devletlerin kendi rejim güvenlikleri için teknolojiyi araçsallatırdığını öne sürmektedir. Bu noktada Körfez monarşileri bu tarz teknolojilerin geliştirilmesinde öncü pozisyonda olan Çin, İsrail ve önde gelen Batılı ülkeler ile yakın iş birliği içindedir. Bu iş birliğinin önemli bir ayağını ise Körfez devletlerinin ekonomik, siyasi ve sosyal olarak kırılgan bir dönüşüm sürecinden geçerken kendi rejim güvenliklerinin artırılması noktasında bu ülkelerden yapılacak teknoloji transferi ve yeteneği oluşturmaktadır. Burada da özellikle Körfez rejimlerinin otoriter kontrol ve gözetleme kapasitelerini artırmak için Çin ve İsrail’den yaptıkları teknoloji ithalatları öne çıkmaktadır (Khouri, 2020; Pritchard, 2020).
Son olarak Körfez devletlerinin uluslararası ilişkileri bağlamında geçtiğimiz son 10 yılın yükselen trendi küresel güç geçişi ve çok kutupluluk tartışmaları altında bu ülkelerin ilişkilerini çeşitlendirme ve dengeleme arayışı içinde başta Çin ve Rusya olmak üzere Batı dışı ülkeler ile de siyasi ve ekonomik ilişkilerini geliştirmesi öne çıkmaktadır.
Sonuç olarak Körfez’de yükselen tüm bu yeni eğilimlerin işaret ettiği noktada her ne kadar Körfez ülkelerinin çeşitli ekonomik ve sosyal reform adımları ile önemli bir dönüşümün eşiğinde görünüyor olsa da nihai kurgunun yine mevcut rejimlerin güvenliği odaklı olarak değişen şartlar etrafında otoriter adaptasyonu sağlamak olduğu değerlendirilebilir. Bu kapsamda, Körfez monarşileri değişen küresel ve bölgesel siyasi ve ekonomik şartlara en iyi şekilde uyum sağlayarak modern zamanın arkaik rejimleri olarak hayatta kalma mücadelesi vermektedir.
[2] Suudi Arabistan’ın Vizyon 2030, BAE’nin Vizyon 2021, Kuveyt’in Vizyon 2035, Umman’ın Vizyon 2040, Bahreyn’in 2030 ve Katar’ın Vizyon 2030 projeleri.
Ahmet Sefa Hüdaverdi
1996 yılı Edirne doğumludur. 2018 yılında İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünü yüksek onur derecesiyle bitirmiştir. Ardından 2018-2019 döneminde İbn Haldun Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Tezli...