Kutlu Bilginin Peşinde Bir Ömür: Seyyid Hüseyin Nasr
1933 yılında, meşhur âlimler yetiştirmiş ve kökleri Kâşân’a dayanan bir ailenin ferdi olarak Tahran’da dünyaya gelen Seyyid Hüseyin Nasr, geleneksel dini anlayış ve sanatın çeşitli yönlerinin nüfuz ettiği bir muhitte yetişir. Felsefeden edebiyata ve bilime olan iştiyakının nüvesi de böylesi bir muhitte filizlenmeye başlar. İlk eğitimini İran’da tamamladıktan sonra Massachusetts Teknoloji Enstitüsünde (MIT) fizik alanında lisans, jeoloji ve jeofizikte yüksek lisans eğitiminin ardından Harvard’da bilim tarihi alanında doktorasını tamamlar. MIT ve Harvard’da ders verirken 1958’de İran’a dönme kararı alır. Tahran ve Aryamehr Üniversiteleri’nde verdiği derslere ilaveten İran Kraliyet Felsefe Akademisini kurar. Burada dünyanın önde gelen ilim adamları ve filozoflarıyla çalışır. 1979’tan sonra ailesiyle Amerika’ya geçip çalışmalarını burada sürdürür. Bereketli ömrüne kitap ve öğrencilerden oluşan çok sayıda eser sığdırdığı ifade edilebilir.
Muazzam birikiminin yansıdığı eserleri, yazıları ve dünyanın dört bir tarafında verdiği konferanslarıyla yakın dönemde oldukça etkili bir entelektüel olan Seyyid Hüseyin Nasr, ülkemizde de gerek kitapları gerekse gelenek fikrini merkeze alarak Müslümanların Bezm-i Elest’te verdikleri ahdin yerine getirilmesinin yollarını ortaya koyma gayretiyle tanınan önemli bir şahsiyettir. Nasr’ın gelenekten varlık anlayışına, sanattan bilim tarihine uzanan etkilerinin tamamını olmasa bile bir bölümünü birkaç başlık altında ele almak mümkündür.
Varlık ve Kozmik Yolculuk
Nasr’a göre varlıklar, varlıklarının Kaynağı’na, diğer bir deyişle aynı anda Varlık ve Varlık Ötesi’ne doğru kozmik bir yolculuk halindedirler. Dünya insanının bir bölümü böylesi bir yolculuğun varlığından habersizken bir bölümü de aşağı âleme yani dünyaya gelmeden önceki durumumuz ve gittiğimiz mahalle dair esrarın anlaşılması doğrultusunda hayatlarını konumlandırma gayreti içindedirler. Kaynak’tan geliş iniş kavsi ve Kaynak’a dönüş yükseliş kavsi olarak tarif edilir. Bu iki kavis arasında salınırken gerek evvelemirde gerekse ahirinde şuurun önceliği yankılanır. Kim olduğumuzun bilinmesi, Nasr’a göre sıradan şuurun perdelerini aralayarak beşerî hakikatimize ulaşmanın ve sonrasında zaman ve mekan sınırının ötesinde duran hüviyetimizin-burada Hüve yani Öz’e olan bağımlılığımızın bir nişanesi olarak hüviyet kavramının esasen hakikatimizin O’nun İlmi’nde olduğu, bunun dışında bir hakikatimiz olmadığı için de hem bidayet hem de nihayette yegane hakikatin Hak olduğuna işaret ettiği hususu Nasr’ın çıkış noktalarından birisidir-farkına varılmasında anahtar işlevi göreceği unutulmamalıdır.
Önce Şuur
Aziz Augustine’nın “insanda iki [tabiat] vardır” (Duo sunt in homine) sözünde dile getirilen iki yön, insanın seyrinde neyin belirleyici olması gerektiği sorusunu gündeme getirir. Görünüş ve görünüşün ötesine geçmeni imkânı aramak, fenomenden numene doğru ilerlemek için zorunludur. Tahayyül melekesine sahip olmakla birlikte dünyadaki yolculuğumuzu suretler âleminde takılı kalmaksızın içimizde var olan hayal manzarasını dönüştürmeye çabalayarak yolculuğa devam etmemiz gerekir. Çekirdeğe, lezzete ulaşmak için kabuğun kırılması gerektiği gibi sûret âleminin aşılarak hakikate yönelinmesi elzemdir. Bu da Kaynağımıza doğru zamanı aşan bir yolculukla eşdeğerdir. Söz konusu yolculuk, esasen ezelde verdiğimiz sözü ve Kimin bendesi olduğumuzun şuurunda olarak “hatırlama”yı hedefler. Diğer bir deyişle, “gözden ırak olan, gönülden de ırak olur” sözünü boşa çıkarırcasına, dünyada sayısız perde ile bu sözü unutturmaya çalışıldığının farkına varıp hatırlamanın yollarının peşine düşülmelidir. Unutuş perdesinin kaldırılması da diskursif düşüncenin ötesinde, kendini bilmekten Öz’ün bilgisine doğru bir gidişattır.
Bilginin Özü ya da Öz’ün Bilgisi
İnsanın teomorfik tabiatı ya da kendisinde içkin olan ilahi nefha, onu Hakiki Sanatkâr’ın bir eseri kılar ve yeterli bir idrak kapasitesine ulaştığında da hakiki tabiatını kavramasının önü açılır. İnsanın önünde iki seçenek bulunmaktadır: teslimiyet ya da isyan. Dilerse kozmik kanunlarla ve arketip dünyasının gerçeklikleriyle bir uyum yakalar, yapmakta olduğu şeyi Öz’e teslim olarak yapar. Bu durum esasen, asli tabiatının tezahürü, bir tahakkuktur. Hz. Mevlana’nın diliyle ifade etmek gerekirse,
Çeng gibiyiz, mızrabı vuran sen; inleyiş bizden değil, inleyen sen.
Ney gibiyiz, nağme senden; dağ gibiyiz, sadamız senden.
Ancak Merkez’den uzaklaşıp isyanı tercih ederse, o vakit kendisini beyhude bir rekabet içinde bulur ki modern dünyada özden ırak ve asıl tabiatından vareste bir hayat tarzına rağbetin kaynağı da budur. İsyanla özdeş bir tarzı benimsemek, Prometeusçu ya da Nasr’ın ifadesiyle serkeş insanın muradıdır. Serkeş insan, ortaya koyduğu işlerde isyana dayalı hareket ettiği için Köken’den uzaklaşmaya, uzaklaştıkça da kendisini yaptığı şeyle özdeşleştirmeye başlar. Buna mukabil, teslimiyeti itiyat edinen kâmil insan da indirildiği bu aşağı âlemden merkezine, asıl yurduna dönüşün iştiyakıyla ezelde vermiş olduğu sözün gereklerini yerine getirmeye çabalar.
İnsan-ı Kâmil
Kadim anlayışta insan, yer ve gök arasında bir köprü olarak tasavvur edilir. Bu nedenle yeryüzünde halifetullah olarak nitelendirilen insan, dünyada olmakla birlikte Menşe/Köken ve Merkez idrakini yitirmemiştir. Merkezin çembere bir tecellisi olarak düşünülebilir. Fiillerinden mesul olup yeryüzünde varis ve muhafızlık gibi temel işlevlerinin bilincinde olmak durumundadır. Şayet bunu gerçekleştirebilirse, dünya üzerindeki kısa yolculuğunun tehlike ve lütfun, külfet ve ülfetin iç içe geçtiği anlam seviyelerini barındırdığını da kavrar. Böylesine karmaşık bir yolculuğun ardından onu asıl âleme taşıyacak geminin de gerçekte bu sınırlı âlemde düşündükleri ve yaptıklarıyla inşa edildiğini pekâlâ bilir. Diğer taraftan, modern anlayış uyarınca insan tasavvuru Hakk’a isyan ve O’nun rolünü kendine mal etme gibi zıt bir konumda yer alır. Bu anlayışın tecessüm etmiş hali olan serkeş insan, kendisini bu dünyaya ait hisseder. Oysa zihinlerdeki dünya, Cennet’in bir yansımasından çok insanın hakiki tabiatını unutması için bizzat serkeş insan tarafından tasarlanmış yapay bir dünya olarak karşımıza çıkar. Böylesi bir dünyada kutsal hissi neredeyse yitirildiği için, insanın kendi kaderini var ettiği vehmine, hatta kibrine kapılmak için bolca gerekçe üretilebilir. Nasr bu durumda bile Kutlu ve Ezelî olana iştiyak kırıntıları olma ihtimalinin, psikolojik romanlardan psikedelik ilaçlarla örülü mistik arayışlara kadar tatmin arayışlarına sebebiyet verdiğini ifade etmektedir.
Serkeş insan bir yandan çevre üzerinde neden olduğu büyük bir yıkımın etkilerinden kaçınmaya çalışmakta diğer yandan da derdine deva olacak bir muhitten yüz çevirmesinin bir getirisi olarak kendi zindanına hapsolmaktadır. Kendine verdiği zarar yetmiyormuş gibi beş asır gibi bir süre zarfında yeryüzünde telafisi imkânsız bir tahribata iştirak etmiştir. Tabiat düzenindeki ekolojik dengeyi altüst etmede mahir olan bu “yaratık”, insan olmanın anlamını kavrayamayacak durumdadır. Çevre bakımından söz konusu olan kriz, tabiat aleminin bir krizi olduğu kadar mikrokozm ya da insanın içinde gerçekleşen bir krizin de habercisidir.
Çevre ve Kriz
Seyyid Hüseyin Nasr’ın eserleri ve konuşmalarında çeşitli yönleriyle ele aldığı çevre krizi, bu ifadenin popüler yansımalarını aşan bir mahiyette dillendirilmektedir. Ona göre eğer bir “kriz”den bahsediliyorsa, bir şeylerin yerli yerinde olmayıp tehlike arz ettiği ve bu durumun farkında olunduğunu da zımnen göstermektedir. Aksi halde, olağan bir durum bir kriz olarak telakki edilmez. Kuşkusuz önceki devirlerde de insanla tabiat arasında çekişmeler vuku bulmuştur. Ziraatla uğraşmaya başlandığından itibaren çevre üzerinde birtakım etkiler olmakla birlikte ekolojideki denge bir krizin olmadığının göstergesidir. Çevrenin tahribatıyla zuhur eden kriz hali, gerçek ihtiyaçlardan değil tamah ve yapay ihtiyaçlardan kaynaklanmaktadır. Modern teknolojinin neden olduğu yıkım, aslından uzaklaşan insanın merhamet hissinin kayboluşuyla katmerlenmiş ve sonuçta “Allah’ın Eli”nin denklemden çıkarılışı yüzünden, araya buraya birkaç fidan dikme ya da sınırlı yaptırımları içeren basit bir kozmetik değişim yoluyla gizlenemeyecek bir hale gelmiştir. Oysa âyette “Göklerde ve yerde olan ne varsa O’nu tesbih eder” buyrulması, meşru bir sebep olmadığı halde canlı türlerini yok etmeye kalkmanın Hakk’ın hamdini tesbihle meşgul sedaları yok etmekle aynı kapıya çıktığını haykırmaktadır. Bu krizin üstesinden gelmenin nasıl gerçekleştirilebileceği, Seyyid Hüseyin Nasr’ın odaklandığı bir husustur. Ona göre kendi ilmî geleneğimizde, bunun çözüm yolları vazedilmiş durumdadır.
Modern Bilim ve Bilimperestlik
Uzunca bir süredir eksikliği hissedilen aklî ve manevî çerçeve, İslam entelektüel geleneğinde derinliğine ele alınmıştır. Bizlere düşen, ilkin mevcut durumun tahlil edilmesi sonra da entelektüel gelenek içinde adım atmaya çaba gösterilmesidir. Bu yolla sahih bir tabiat felsefesi ya da tabiat metafiziği anlayışının kandilinin yakılması, ilim aktarım kanallarının yeniden açılmasını kolaylaştıracaktır. Bilime değil bilimperestliğe karşı bir tavırla uygun vasatları ihya ederek erdem ve bilginin kaynaşması sağlanabilir. Entelektüel geleneğimizin ihyasıyla fikriyat da kurumlara aktarılabilir hale gelecektir. Öyleyse önce geleneği temel alan bir fikriyat ve sonra bunun sanat, eğitim vb. kurumlara intikaliyle- tıpkı Guénon ve Schuon gibi Nasr da Latincede “intikal” karşılığı tradiereden türemiş “tradisyon” ya da geleneğin nazari ve ameli yönlerden mürekkep olduğuna işaret etmektedir- hayatiyet ve devam gerçekleşir. Bunun hilafına “Faustçu” bir bilim anlayışı ile dünyanın bilgisini elde edip ruhu şeytana satma olarak tanımlanabilecek bilimperestlik, yeri geldiğinde teknoloji kisvesinde çevrenin imhası için her şeyi yapmaktadır. Bu yıkımın bertaraf edilmesi için, İslam dünya görüşünün nüfuz ettiği vasatların tedahül etmesine ihtiyaç vardır ki Nasr’ın hem eğitim hem de sanatta geleneğin mührünün olması gerektiği konusundaki tespitleri oldukça dikkat çekicidir.
Geleneksel Sanat
Seyyid Hüseyin Nasr, devirler değişse de kendisi değişmeden kalan gelenekin kelimeleri aşan bir tabiatı haiz olduğunu vurgulamaktadır. Geleneğin mesajı, mukaddes kitapların sayfalarında olduğu gibi büyük tabiat kitabına da nakşedilmiş olup geleneksel ve kutlu sanat eserleri de bundan nasibini almıştır. Geleneksel sanatın öncelikle kutlu bilgi ya da kutlu olana dair bilgiyle ilişkili olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Bu ilişki, bilgi ve lütfun, kutlu bilginin (scientia sacra) bir kanalıdır. Bu yönüyle geleneksel sanat, işlevsel olduğu kadar huzur verici ilhamî yönüyle de eşsizdir. O halde, tevarüs ettiğimiz ve halihazırda arketipimizde, nüvemizde mevcut olan hikemî ve ilhamî yönlerin bir kanalı olan geleneksel sanat eserleri, arketipte olanın bir yansımasıdır. Mademki Allah her şeyin veçhine güzellik yazmıştır ve O güzel olanı sever, testide ne varsa onun dışarı sızması gibi arketipte, fıtratta olan güzelliğin perdeler kaldırıldıktan sonra dışarı sızması mukadderdir. Bu noktada Nasr, yaşayan en büyük temsilcisi olduğu Gelenekselci Ekol’ün diğer mensuplarının da sıkça dile getirdikleri gibi geleneksel sanat ve dini sanat şeklinde bir ayrım bulunduğunu aktarır. Bu ayrım uyarınca, dini sanat eseri alakalı olduğu süje ya da işlevi yüzünden dini kabul edilirken, geleneksel sanat eseri de kozmik biçim kanunlarına, ortaya konduğu manevi âlemin surete tesir eden dehasına, kullanılan malzemenin tabiatına ve hakikate uyumu nedeniyle geleneksel kabul edilir. Geleneksel hakikatin yansıma imkânı bulduğu her muhit, geleneğin teoloji ve felsefen önce sanatını izhar etme imkânı bulduğu yerdir. Sanatın izharı için sûretin aşılması ve kabuğun kırılması zorunluyken, çekirdek ya da mahiyetin varlığına işaret eden sûretin önemi gözden kaçırılmamalıdır. Ne var ki salt sûrette kalıp ötesine geçememek de günümüzdeki durumun bir özeti gibidir. Hindularda varlık (sat), şuur (çit) ve saadet (ananda) şeklinde ortaya konuş bir seyre benzer olarak önce varlığımızın kökeni ve kim olduğumuza alaka beli şuur seviyesine ulaşmada anahtardır. Kısaca yukarıda ifade edilen doğrultuda yapılan yolculuk, saadete ulaştırma imkânını haiz görünmektedir.
Nurullah Koltaş
Lisansını İngilizce Öğretmenliği, Yüksek lisansını Tasavvuf ve Doktorasını Kelam Anabilim Dallarında tamamladı. Gelenekselciler ve İslam adlı bir kitabı yayınlandı. Frithjof Schuon, Seyyid Hüseyin Nasr, J. Esposito, Max Weber gibi çeşitli yazarların...